Blogun Kitaplar sayfasından göreceğiniz gibi, kooperatifçilik alanında Türkçe kitapların sayısı çok değil. Bu nedenle, geçtiğimiz Kasım ayında yayımlanan “Krize Karşı Kooperatifler: Deneyimler, Tartışmalar, Alternatifler”in önemli bir boşluğu doldurmak üzere tam zamanında geldiğini söyleyebiliriz. Daha önce K24 için kitap hakkında bir değerlendirme yazısı yazmıştım. Bu kez, kitabın yazarlarından F. Serkan Öngel, Uygar D. Yıldırım, Çağatay E. Şahin, R. Funda Karadeniz ve M. Cevat Yıldırım ile odağında kitap olan ancak daha geniş bir perspektiften kooperatifçiliği ele alan bir söyleşi yaptık. Bu zor günlerde zaman ayırdıkları ve sorularımı kapsamlı biçimde yanıtladıkları için onlara çok teşekkür ediyorum. “Alternatifler” üzerinde düşünmek ve öğrenmek isteyen herkese söyleşi ile yetinmeyip bu yararlı ve önemli kitabı okumayı öneririm.
Kooperatifleşme süreçlerini ele almak için daha uygun bir ortam olamaz
Kitap yazma düşüncesi nasıl ortaya çıktı, nasıl gelişti?
FSÖ: Ben kendi adıma bir süredir sendika-kooperatif ilişkileri üzerine çalışıyordum. Uygar da tarım ve gıda meselesine odaklanmıştı. Kitabın yazarları ağırlıklı olarak aynı fakültede çalışan akademisyenler. Bu fikri fakültedeki arkadaşlarımızla olgunlaştırdık. Bu alanda çalışmalarını bildiğimiz hocalarımız da bize çok önemli bir destek verdiler.
UDY: Son yıllarda Türkiye’de öncelikle tarım ve gıda alanında kendisini gösteren yeni bir kooperatifleşme dalgası yaşanıyor. İzmir ve Dersim Ovacık’ta başlayan kooperatifleşme deneyimlerinden sonra şu an Türkiye’nin dört bir yanından yeni üretim ve tüketim kooperatiflerinin kurulduğu haberleri geliyor. Aynı şekilde bugünlerde İstanbul’un farklı ilçe ve semtlerinde yeni tüketim kooperatifleri kuruluyor. İBB Başkanı İmamoğlu’nun küçük üreticiyi desteklemek ve İstanbul’un insan sağlığına uygun gıda ihtiyacını sağlamak için kooperatifleri desteklemek gibi projeleri var. Sadece yerel ölçekte değil ulusal ve küresel ölçekte de kooperatif tipi örgütlenmelere yönelik ilgi giderek artıyor. Bunun izlerini son yapılan tarım şurasının sonuçlarından, Dünya Bankasının çalışmalarından takip edebiliriz.
Kısacası kooperatifleşme süreçlerini güncel ve tarihsel deneyimler, tartışmalar etrafında ele almak için bundan daha uygun bir ortamın olamayacağını düşünüyoruz. Ayrıca bir alternatif olarak kooperatifler hem yeni hem de eski bir örgütlenme modeli. Bugünün deneyimlerinin daha sağlıklı bir zeminde ilerleyebilmesi, gelişebilmesi adına dünyadaki ve Türkiye’deki kooperatifleşme birikimini yeniden gündeme getirmek büyük önem taşıyor. Kısacası bu alanda derleme bir kitap hazırlama düşüncesi toplumdaki kooperatifler eksenli alternatif arayışların gündeme gelmesi ve yaygınlaşmasıyla ortaya çıktı. Bizler de akademik ilgi alanlarımızla kooperatifleşme deneyimlerini mümkün olduğunca birbirine yaklaştırmaya çalıştık. Bu doğrultuda kooperatifleşme süreçlerini kırsal/tarımsal dönüşüm süreçleri, yerel yönetimler, merkezi devlet, sendikalar, Avrupa Birliği, küreselleşme, yönetim ilişkileri gibi farklı temalar etrafında ele alabileceğimizi ve bu alana küçük de olsa bir katkı yapabileceğimizi gördük.
Eşitlikçi, özgürlükçü ve yeşil bir alternatife ihtiyaç
Sizi kooperatifçilik alanına çeken neydi? Farklı alanlardan gelen akademisyenler olarak neler söylemek istersiniz?
ÇEŞ: 2000’lerin başlarında Uludağ Üniversitesi’nde Çalışma Ekonomisi bölümü öğrencisiyken kooperatifçilik üzerine çeşitli çalışmaları olan Prof. Dr. Sami Güven’den dersler aldığımda, yaşamın farklı alanlarında kooperatifler üzerinden pek çok ilerlemenin sağlanabileceğini fark etmiştim. Ancak konunun ilgi çekici olmasından ve hocanın birikiminden bağımsız olarak lisans düzeyindeki dersler kapsamında ele alınması, öğrencinin konuyla etkileşimini sınırlandırıyor. Kooperatifçiliği özümseme sürecim, mezun olduktan yıllar sonra alternatif ekonomi tartışmalarını takip ederken gelişti. Önce işçi kooperatiflerini inceleyerek işe başladım, ardından tarımsal kalkınma ve tüketim kooperatiflerini inceleyerek devam ettim ve halen bu konuda çalışmaya devam ediyorum.
FSÖ: Ben uzun yıllar boyunca sendikalarda çalışmış biri olarak, kurumsallaşmış dayanışma pratiklerini önemsiyorum. Dünyamızın mevcut ekonomik sisteminin, her türlü değeri aşındırdığı, ekosistemi tahrip ettiği, para kazanma hırsını her şeyin merkezine koyduğu, türcü, cinsiyetçi, tahakkümcü doğasına karşı, kent ve kır yoksullarını, emeği ile yaşamını sürdürmek zorunda olan geniş halk kesimlerini, ekosistemi merkezine alan, eşitlikçi, özgürlükçü ve yeşil bir alternatife ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda kooperatifler dayanışmanın önemli araçlarından biridir. Kooperatifleri mevcut ekonomik sisteme bir alternatif değil ancak ona karşı bir direniş biçimi olarak değerlendiriyorum. Bu anlamda kooperatifler başka bir dünya umudunun nüveleridir.
UDY: Türkiye’de kır, tarım ve gıda sorunları üzerine çalışmalar yürüten araştırmacılar “neoliberalizm” kavramını ve bununla bağlantılı sermayenin mutlak hâkimiyetiyle sonuçlanan dönüşümü oldukça yaygın ve temel açıklayıcı değişken olarak kullanırlar. Özellikle 2000 sonrası çalışmalarda, neoliberal dönemde sermayenin tarımdaki kamu yönetimi sistemi, emek, gıda üretim ve tüketim süreçleri üzerinde nasıl hakimiyet kurduğunu ele alan, tek taraflı anlatıların oldukça yaygın olduğunu görüyoruz. Oysa aynı süreçte tarım ve gıda alanının daha önce hiç olmadığı kadar siyasallaştığını ve bunun kendi alternatif kurumlarını da ürettiğini, hatta bu deneyimlerin yerel ölçekte üretim ve tüketim süreçlerini düzenlemek gibi iddialar taşımaya başladığını da görüyoruz.
Tarım ve gıda hiç olmadığı kadar siyasallaştı
2000’li yıllar tarım ve gıda alanında hâkim sisteme ve onun aktörlerine alternatif geliştirmeye çalışan çok sayıda yerel yönetim, kooperatif ve gıda topluluğunun yaygınlaştığı bir dönemdir. Mevcut sistemin tarımsal gıdalar, ekoloji ve canlılar boyutuyla ürettiği risk ve krizler derinleştikçe, sürdürülemez hale geldikçe bu arayışların daha da yaygınlaşacağını, güçleneceğini düşünüyorum. Bana kalırsa kooperatifleşme deneyimleri ve tartışmalarını çekici yapan tam da burası; artık tarım ve gıda alanının merkezi devlet ve sermaye dışında, yerel inisiyatiflere yaslanan yeni ve alternatif kamusallıklar vaat eden aktörlerce düzenlemesi çabası. Ayrıca bunların doğayla ve canlılarla dost, insan sağlığını merkeze alan, katılımcılık ve dayanışmacılık gibi ilkeleri önemseyen deneyimler olması da büyük önem taşıyor.
Kitapta yer alacak makaleleri belirlerken temel karar ölçütünüz neydi?
UDY: Makalelerdeki temel soruları ve tartışmaları belirlerken bazı ortak sorular belirlemeye çalıştık. Son zamanlarda her kilidi açan bir anahtar gibi görülmeye başlanan kooperatifleri belirli toplumsal, tarihsel ortamın ürünleri olarak ele alan bir yaklaşıma öncelik verdik. Tarihsel deneyimlere baktığımızda Türkiye’de ve dünyada kapitalizmin ürettiği krizlerle birlikte çeşitli kooperatifleşme dalgalarının gündeme geldiğini gördük. Aynı zamanda yolsuzlukların hâkim olduğu, şeffaf olmayan, katılımcı temelde işlemeyen çok sayıda deneyim de toplumların hafızasında var olmaya devam ediyor. Bu karşıtlıklar üzerinden çalışmamızda “nasıl bir kooperatif” sorusu en önemli sorulardan biriydi. Bu basit soru bize hem mevcut duruma ilişkin daha gerçekçi bir tablo çizmek hem de olması gereken bir kooperatifleşme modeline ilişkin bir projeksiyon oluşturma bakımından önemli bir hareket noktası sağladı. Böyle bir bakış açısının farklı temalar etrafında meseleyi inceleyen yazarların ortak noktalarından bir tanesi olduğunu söyleyebiliriz.
FSÖ: Kitapta beş temel alan belirledik. Bunlar kooperatifleri ilişkisellikleri içinde ele alan konulardı. Birinci başlığımız belediye-kooperatif ilişkileri oldu. İkinci olarak devlet-kooperatif ilişkilerini ele aldık. Üçüncü başlığımız da sendika ve kooperatif ilişkisi oldu. Dördüncü olarak uluslararası deneyimleri ele aldık. Beşinci başlığımız ise yönetim alanı oldu.
Türkiye’de gıda alanında endüstriyel sisteme ve şirketlere yönelik büyük güvensizlik
Türkiye’de alternatif örgütlenmeler tarım ve gıda alanında yoğunlaşıyor ve gıda giderek politikleşiyor. Bu süreci nasıl okumalıyız?
UDY: Tarım, gıda ve ekoloji alanında şirketler eliyle sürdürülen hâkim sistemin ürettiği çok boyutlu risk ve krizlerin derinleşmesi, sürdürülemezliği ve bunun beraberinde ürettiği meşruiyet krizi bu alanda yaşanan politikleşme ve kooperatifleşmenin arkasındaki en önemli neden gibi görünüyor. Türkiye’de özellikle gıda alanında endüstriyel sisteme ve şirketlere yönelik büyük bir güvensizlik var.
Bu süreç aynı zamanda Türkiye’de kamusallığın krizi olarak da yaşanıyor. Ulusal kalkınmacı dönemden kalan tarım ve gıda alanını düzenleyen, görece kapsayıcı temellerle işleyen kamu kurumlarının tasfiye edilmesi, özelleştirilmesiyle birlikte yeni bir siyasal, kamusal alan inşa etme ihtiyacı gündeme geliyor. Bu ihtiyaçlarla gündeme gelen kooperatiflerin oldukça girift bir alanda şekillendiğini söyleyebiliriz. Sermaye birikimi, metalaşma süreçlerine alternatif, dayanışmacı, katılımcı özellikler gösteren deneyimler yanında kalkınma ajanslarından kredi alan, girişimciliği geliştirmek/güçlendirmek gibi amaçlar taşıyan kooperatifler de aynı süreçte yaygınlaşıyor. Dolayısıyla endüstriyel gıda sisteminin ürettiği kriz bizi farklı aktörlerin ve farklı perspektiflerin yaygınlaştığı daha heterojen bir ortama doğru götürüyor. Gıda alanında üretim, tüketim ve dolaşım boyutlarıyla farklı seçeneklerin gündeme geldiği bu sürecin olumlu gelişmeler üretme potansiyelinin yüksek olduğunu söyleyebiliriz.
Uygar Hocam, çalışmanızda yerelde yaratılan alternatif kamusallıkları ele alıyorsunuz ve bu bağlamda kooperatiflerin sınırlarını tartışıyorsunuz. Peki, bu tartışmayı yerelleşme üzerinden sürdürürsek; yerelleşmenin olanakları ve sınırlarına ilişkin neler söylenebilir?
UDY: Ben çalışmamda yerel yönetimler ve kooperatifler arasındaki ilişkileri İzmir ve Ovacık Deneyimi üzerinden irdelemeye çalıştım. 2004 ve 2012’de belediyeler yasasında yapılan yeni düzenlemelerle birlikte Türkiye’de il ve ilçe belediyeleri kendilerine özgü tarım politikaları belirleyip, uygulayabilecekleri yasal bir zemine ulaştılar. Bu düzenlemelerin tarımda hâkim olan neoliberal işleyişe alternatif geliştirmek isteyen belediyeler için yeni fırsatlar sağladığını söyleyebiliriz. Bu sayede İzmir, Tunceli, Eskişehir ve İstanbul’daki il ve ilçe belediyeleri küçük üreticiler, istihdam, göç ve sağlıklı gıdanın yaygınlaştırılması temelinde kooperatiflerle ortak çalışmalar yürütebiliyorlar.
İzmir ve Ovacık deneyimleri
Bana göre bu tip bir yerelleşme, merkezi devletin şirketler eliyle sürdürdüğü tarım ve gıda politikalarına göre daha yüksek kamusallıklar vaat ediyor. Ancak yerelin kendi içindeki sınıfsal farklılıklarının gıdadaki alternatif arayışları da belirlediğini söyleyebiliriz. Bu farklılaşmanın kesin bir biçimde ortaya çıkmadığı Ovacık gibi deneyimlerde alternatifler alanında daha esnek modeller ortaya çıkıyor. Diğer taraftan İzmir modelinde olduğu gibi tarımdaki toprak, sermaye ve teknoloji dağılımı açısından ortaya çıkan eşitsizliklerin kendisini kooperatifler içinde de yeniden ürettiği deneyimler var. Tire Süt Kooperatifinin son dönemin en popüler ve gelişkin süt kooperatiflerinden birisi olduğunu biliyoruz. Ancak küçük üretici kooperatifi olarak bilinen bu kooperatifte acaba sermaye biriktiren, geniş ölçekli süt üretimi yapan, sigortasız, güvencesiz işçi çalıştıran ortakların üretim içindeki payı nedir? Kooperatif yönetimi şeffaflık, katılımcılık gibi temel kooperatifçilik ilkelerini kendi içinde ne kadar yaşatabiliyor?
Dolayısıyla tarım kesiminin kendi içindeki eşitsiz yapısı yerellerde kooperatifler ve yerel yönetimler eliyle üretilen kamusallığı da sınırlandırıyor. Mevcut sınırlılıklarına rağmen ben yine de İzmir deneyimi çerçevesi içinde yürütülen kooperatifleşme deneyimlerinin beraberinde getirdiği katkıları ve diğer yerel yönetimlere örnek teşkil etmesi bakımından çok önemli buluyorum.
Bu sorum Çağatay Hocaya… Kooperatiflerin büyüdükçe şirketlere yakınsadıkları ya da en azından yakınsama riski taşıdıklarını belirtiyorsunuz. Ölçeklenmek ya da küçük kooperatiflerin birbirileri üzerinden dayanışma ağları aracılığıyla bir araya gelmeleri seçeneklerinden hangisi kooperatifler için yeğlenmeli?
Ölçeklenmenin riskleri
ÇEŞ: Açıkçası kitaptaki yazımda ölçeklenmenin ya da Birlik düzeyinde faaliyet göstermenin, kooperatif değerlerinden uzaklaşma ya da şirketlerle yakınsama ile sonuçlanabileceği riskine dikkat çekmiş ve bunu yaparken de gerçekleştirdiğim görüşmelerden ve araştırma sürecinden hareketle, “gerçekleşmiş risk örnekleri” üzerinden dikkat çekmeye çalışmıştım.
Tabii ki kooperatiflerin “piyasa oyuncusu şirketleri” örnek alarak olarak “ne pahasına olursa olsun büyüme”yi hedeflemelerini savunmuyorum. Ancak salt kârı maksimize etmeye çalışan şirketlerin yapabileceğinin aksine kooperatiflerin; üyelerinin, işçilerin, tüketicilerin ve yerel halkın çıkarlarını aynı anda dikkate alacak şekilde hareket edebilme olanaklarını gündeme getirmek istiyorum. Ekonomik açıdan bakıldığında da kooperatiflerin örgütlediği her üretici, kooperatiflerin yokluğunda şirketlerin işleyeceği hammaddeleri öncelikle kooperatiflere ver(ebil)ir ve genellikle de kooperatifler üreticilere şirketlerin teklif ettiği fiyatın üzerinde bir fiyat teklifi yaparlar. Bu da bir süre sonra nihai ürün piyasasında kooperatif ürünlerinin çoğalmasına neden olur ve şirketlerin ilgili ürün piyasasında derinleşmelerini bir ölçüde engeller. Hatta aynı/farklı ürünleri üreten kooperatifler ile tüketim kooperatifleri ve belediyeler arasında işbirlikleri örgütlenebildiği ölçüde, şirketler arasındaki rekabet de giderek kızışabilir.
Ağ tipi örgütlenme: en olası çözümlerden biri
Dolayısıyla kitapta, çeşitli örnekler üzerinden ölçeklenmeyle birlikte gelen kimi problemlere dikkat çekmekle birlikte, tamamen küçük ölçekli kooperatifçiliği ya da “küçük kooperatiflerin küçük kalmalarını” da savunmuyorum. Zira gıda güvenliği, küçük üreticiliğin giderek çözülmesi, ulusal ve uluslararası tarım politikalarının uyumu v.b. süreçler sebebiyle geleneksel ve küçük ölçekli kooperatif örgütlenmeleri verili piyasa ilişkileri içinde kolaylıkla bir varoluş mücadelesi verme noktasına gerileyebilmektedirler. Tekil kooperatif örnekleri üzerinden bakıldığında ise zor durumdaki kooperatiflerle dayanışma pekala örgütlenebilir, ancak verili koşullar altında dayanışmanın bazı sınırları olduğunu da unutmamak gerekir.
Dolayısıyla tekil varoluş stratejileri geliştirmekten ziyade birçok kooperatifin bazı temel ilkelerde ortaklaşarak ve yine kendi özgünlüklerini koruyarak bir arada bulunabilecekleri ağ tipi bir örgütlenmenin işleyişinin, ağın tüm katılımcıları açısından daha olumlu sonuçlar üretebilme kapasitesi olduğunu düşünüyorum. Şunu açıkça belirtmem gerekir ki, ağ tipi örgütlenmeyi son derece dinamik bir geleceği olduğunu düşündüğüm bir konuda nihai bir çözüm olarak önermekten ziyade, 2020 yılı itibariyle en olası çözümlerden biri olarak tartışmak ve gündemde tutmak istiyorum.
Kitapta sendika ve kooperatif ilişkilerini konu alan üç makale var ve üçü de Maden İş deneyimini farklı bağlamlarda inceliyor. O dönemde başka sendikaların da kooperatifçilik alanında girişimleri, faaliyetleri olduğunu biliyoruz. Sizce Maden İş deneyimi önemli kılan unsurlar neler?
FSÖ: Sendikalar ve kooperatifler işçi sınıfı açısından, dayanışmanın kurumsallaşmış biçimleri. Endüstri devriminin yarattığı tahribata karşı, dayanışma ihtiyacının, birbirine tutunma çabasının ürünü olan yapılardan bahsediyoruz. Bu pratikler dünyanın pek çok bölgesinde, güçlü sendikaların, kooperatiflerin olduğu yapıların ortaya çıkmasına neden olmuş. Türkiye örneğinde de gecikmeli olsa da 1960’larda ve 1970’li yıllarda yaşanan toplumsal uyanışın bir sonucu olarak, devlet vesayetinden sıyrılıp, kendi öz gücü ile inşa olan, demokratik bir kooperatif hareketinin oluştuğunu görüyoruz. Ancak bu süreçte kooperatifler, vesayet altında şekillenen örneklerle, hatta konut alanında halkın birikimlerinin müteahhitler, kapkaççılar eliyle heba olduğu kötü deneyimlere sahip. O yüzden dönemin hâkim kooperatifçilik pratiğinden ayrışan, vesayet ilişkilerini değil, kendi arasındaki dayanışma ilişkilerine dayanan yeni bir kooperatif hareketinin açığa çıkmasına neden oluyor.
Halk sektörü tartışmaları
Cumhuriyet Halk Partisi, 1970’li yıllarda bu hareketin öncülüğüne soyunuyor. Halk sektörü tartışmalarını siyasetin merkezine taşıyor. Sendikal alanda da özellikle TÜRK-İŞ içinde bunun önemli bir karşılığı var. Bildiğiniz gibi DİSK, Türkiye İşçi Partisi’ni kuran sendikacı kuşağının öncülüğünde, TÜRK-İŞ içinden kopan sendikalar tarafından kurulmuş bir yapı. 1950’lerin, işçi sınıfına ve onun mücadelesine inanmış bir sendikacı kuşağı var. Bir dizi sosyalist aydınla birlikte 1960’larda siyasete yeni bir soluk getiriyorlar. TİP’in 1971 yılında kapatılması ile birlikte CHP’nin DİSK içindeki etkinliği de artıyor. Bir süre sonra toplumsal uyanış CHP’yi de aşıyor. Köy Koop-Halk Koop deneyimleri bu anlamda son derece önemli.
Bu süreçte sendikal alandaki tartışmasız en önemli aktör Kemal Türkler’in başkanlığını yaptığı ve metal sektöründe örgütlü olan T. Maden-İş sendikasıdır (Kemal Türkler 22 Temmuz 1980’de evinin önünde katledilmiş, T. Maden-İş 12 Eylül askeri darbesiyle kapatılmıştır). Aynı zamanda DİSK’in kurucu Genel Başkanı olan Kemal Türkler, siyasal angajmanların dışında, işçi sınıfının mücadelesine inanmış bir kişidir. O dönemde yaptığı uluslararası gezilerde, yurtdışındaki sendikal hareketin faaliyetlerinin yaygınlığından, kurdukları kooperatiflerle işçilere sağladıkları avantajlardan etkilenmiştir. Bu deneyimleri Türkiye’ye taşımak istemiştir. Kendisi de kooperatif meselesine son derece inanmaktadır. Hatta CHP’nin Halk Sektörü tartışmalarına katkı vermek istemiştir.
Balıkesir Gönen’de sendikanın 1968 yılında aldığı devasa alanda, aracıları dışarıda bırakan, kendi kendine yeten bir çiftlik kurulması hedeflenmiştir. Bununla da yetinilmemiş aynı zamanda burada üretilen et, süt, sebze ve meyve ürünlerinin aracısız bir biçimde, sendikanın kurduğu İşçi Pazarlarında ve işyerlerinin olduğu semtlerde kurulması hedeflenen kooperatiflerde, piyasanın çok altına fiyatlarla satılması hedeflenmiştir. Bu hedef önemli oranda hayata geçirilmiştir. Aynı zamanda Gönen ilçesindeki üreticilerin ürünleri de büyük sanayi kentlerindeki bu satış noktalarına ulaştırılmıştır. Bu süreçte sendikanın işçilere ucuz giyim eşyası üretilmesi için bir atölye kurulmuş, dönemin sosyalist mimarlarına konut projeleri ürettirilmiş, bunlar kooperatifler üzerinden inşa edilmiştir.
Maden-İş pratiği: kendine yeten alternatif bir dayanışma ekonomisi kurma çabası
Bu deneyim ne yazık ki, bu çalışmaya kadar derli toplu bir biçimde bilinmiyordu. Aslında o dönemde sendikaların pek çok kooperatif faaliyeti var. Özellikle tüketici ve konut kooperatiflerinden bahsetmek mümkün. TÜRK-İŞ’in bu faaliyetlerle ilgilenen bir birimi var. Sendikalar aynı zamanda pek çok şirketin kuruluşuna katkı yapıyor, kimi firmalara ortak oluyor. O dönemde buna yönelik yaşanan tartışmalar da var. Pek çok sendika işçilerin kaynaklarını kamu şirketlerine, özel teşebbüslere yatırarak, bu birikimlerin kimi işletmelere aktarılmasına neden olmuştur. Maden-İş pratiği bu açıdan önemlidir.
Hiç şüphe yok ki o dönemde, işçilerin faydasına olmak üzere Maden-İş deneyimi haricinde de çok önemli deneyimler yaşanıyor. Ancak Maden-İş deneyimini özgün kılan, bu süreci üretim ayağını da işin içine katan, kendi içinde, kendine yeten alternatif bir dayanışma ekonomisi kurma, bu faydayı kendi üyelerinin dışına taşıyarak mahallelere, köylere yayma çabasıdır.
Bugün Türkiye’de sendikalar ve kooperatifler arasında işbirliklerinin gündemde olmamasını nasıl değerlendirmeliyiz?
FSÖ: Türkiye’de karşılığını 1980’li yıllarla birlikte inşa etmeye başlayan yeni liberal politikalar, öncelikli olarak halkın, emekçilerin bin bir güçlükle kurdukları, ayakta tutmayı çalıştıkları yapıları hedef aldı. Toplumda yaşanan ahlaki çöküntü, dayanışma yerine rekabet kavramının yüceltilmeye başlanması, bu kurumlarda yaşanan yolsuzluklarla birlikte, örgütlü yapılara yönelik ciddi bir karalama faaliyetinin görüldüğünü söylemek mümkün. Toplum bir yandan “her koyun kendi bacağından asılır”, “insan insanın kurdudur”, “benim memurum işini bilir” söylemleriyle tüketim ideolojisi temelinde yeniden örgütlenirken, bu süreç demokratik kooperatifçilik hareketinin tasfiyesini de getirdi. Kooperatiflerin, sendikaların yerini, cemaatler aldı. Dayanışma pratiklerinin yerini “hayır” faaliyetleri, yatay ağların yerini dikey yapılar aldı. “Alan el veren elden üstündür” diskuru bu ilişkiler üzerinden yeni tip patronaj ilişkilerini üretti.
Kriz zamanlarında kurumsallaşmış dayanışma pratikleri
Bugün açısından kooperatiflere yönelik ciddi bir güvensizliğin olduğunu söylemek mümkün. Ancak diğer yandan da sendika, kooperatif gibi kurumsallaşmış dayanışma pratiklerine, bu kriz zamanlarında her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuluyor.
Bu ihtiyaç bir biçimde bizim unuttuğumuz pratikleri, ilişki biçimlerini yeniden üretmek zorundadır. Bizim çalışmamız bu alana da katkı yapmak amacındadır.
Funda Hocam, makalenizde üç farklı kooperatif modelini tanıtıyorsunuz: Küyerel kooperatifler, çok paydaşlı kooperatifler ve ulusaşan kooperatifler. Kitabın önceki bölümlerinde farklı yazarların sorduğu ‘hangi kooperatifçilik’ sorusunu size yöneltsem…
RFK: Öncelikle kooperatif meselesini hem akademik araştırma hem de özel yaşamımda gündemime taşıma vesilesi olan değerli yol arkadaşlarım Uygar ve Serkan’a teşekkür etmek isterim. Benim bu konu ile tanışmam ve ilgi duyarak araştırma yapmam birlikte yaptığımız sohbetler ve onların teşvikiyle oldu. Türkiye’de kooperatifçilik üzerine yapılan tartışmaları konuşurken küreselleşen dünyada kooperatifçiliğin nasıl bir dönüşüm geçirdiğine dair yaklaşımlar nelerdir sorusundan yola çıkarak kitabımızda bu alanda yazmaya karar verdim. Sizin de belirttiğiniz gibi makalede üç farklı kooperatif modelinin ön plana çıktığını ve bu anlamda da üç modelin söylediği farklı dayanışma öyküleri olduğunu görmekteyiz. Siebel (2016) ‘Cooperative Economies in a Global Age’ adlı tez çalışmasında, kooperatiflerin neoliberal küreselleşme sürecine hangi stratejilerle adapte olduğunu; onları küyerel kooperatifler, çok paydaşlı kooperatifler ve ulusaşan kooperatifler olarak kategorize ederek ele almış. Ben de bu ayrımı ona referansla kullandım ve bunun da hangi kooperatifçilik sorusu için kıymetli bir yol haritası sunduğunu düşünmekteyim.
Farklı kooperatifçilik pratikleri
Günümüzde uluslararası alanda kooperatifçilik pratiklerine baktığımızda kuramsal düzeyde bir kooperatifin sahip olması gereken temel ilkelerin yanında dünyanın dört bir yanında neoliberal küreselleşmenin etkisi altında farklı pratiklerin olduğunu görmekteyiz. Bu bağlamda ‘hangi kooperatifçilik’ sorusu, içinde yaşadığımız ‘belirsizlik ve endişe çağında’ kooperatifçiliğin evrimi açısından çok yerinde bir soru ve hâlihazırda uluslararası literatürde de bu eksende tartışılıyor.
Ele aldığım modeller içinde en çok, çok uluslu kooperatiflerin küreselleşmeye ayak uydururken ‘anonim şirketler’ benzeri bir yönetim anlayışıyla yönetilmesinin kooperatifçilik ruhuna taşıdığı riskler vurgulanmakta ve onları ‘neoliberal kooperatiflere’ dönüştürdüğü eleştirisi yapılmakta. Özellikle sahiplik yapılarında, yönetim mekanizmalarında ve devletle ilişkilerinde dönüşümlere yol açan küreselleşmenin onları kooperatif değer ve ilkelerinden ne kadar taviz vereceği noktasında sınadığı ortadadır. Kimi görüşler neoliberal küreselleşmenin yaratmış olduğu işsizlik, gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi sorunlar karşısında çözüm üretme iddiasıyla bahsettiğim ‘neoliberal kooperatifler’ yaratmak için kooperatiflerin araçsallaştırıldığını öne sürerken kimileri ise kooperatiflerin adapte ettiği yeni stratejilerin şirketleştikleri şeklinde değerlendirilmemesi gerektiğini iddia etmekte. Neoliberal ekonomik düzende büyük şirketler ile içinde bulundukları rekabetçi ortama ve yeni pazar arayışları baskılarına karşı kooperatiflerin de ayakta kalmak için ‘dönüşüm ihtiyacı’ olduğu vurgulanmaktadır.
Bu tartışmaların yakın bir gelecekte de devam edeceğini öngörmek zor değil. Bence belirsizlik çağı olarak adlandırdığımız, her alanda bildiğimiz düzenin sorgulandığı bir dönemde kooperatiflerin ne türden etkilere maruz kaldığının araştırılması, bu çerçevede de dünyadaki örneklerin incelenmesi ve böylece birden çok kooperatif modelinin birarada var olabileceğinin görülmesi tartışma eksenini genişletmek ve zenginleştirmek açısından kıymetli. Farklı kooperatif modellerinin ortaya çıkmasını, makalemde de yer verdiğim ve oldukça önemli bulduğum Atayurt’un ‘bir kooperatifi değerlendirirken aşırı yüceltmek ya da kapitalist olmakla suçlamak yerine somut faaliyetlerine bakmak’ önerisi çerçevesinde ele almanın şu aşamada en uygun yaklaşım olduğunu düşünüyorum.
İş birliği kültürü
Dünyanın en büyük 300 kooperatifi sıralamasına giren Avrupalı kooperatiflerin sayısı 159. Avrupa, kooperatifçiliğin beşiği ve önemli bir tarihsel birikime sahip. Yine de bu başarı salt tarihsel birikim ile açıklanamaz sanırım. Bu görüşe katılır mısınız, başarıyı nasıl açıklayabiliriz?
MCY: Avrupa’nın kooperatifler konusunda başı çekmesinin birden çok nedeni var. Tarihsel birikim elbette çok önemli bir neden. Çünkü birikim bir yandan deneyimi diğer yandan kooperatiflere uygun bir faaliyet ortamını (yasal mevzuatların durumu, bireylerin ve finans kuruluşları gibi diğer aktörlerin kooperatiflere aşinalığı gibi) sağlıyor. Bu sayede bir kooperatifin ortaya çıkması veya büyümesi dünyanın başka bir yerine göre daha kolay oluyor.
Öte yandan belirttiğiniz gibi tarihsel birikim tek neden değil. Avrupa kapitalizmin doğup geliştiği coğrafya ve kapitalizmin yıkıcı etkilerine karşı ilk çözümlerin de burada doğduğunu görüyoruz. Örneğin İngiltere’de işçilere ilk tüketim kooperatifleri Sanayi Devrimi döneminde ortaya çıkıyor. Fransa’da kapitalizm karşıtı eylemciliğiyle bilinen tarım işçileri kooperatifleşme konusunda da o kadar deneyimli ki bu ülkede tarım sektörünün çoğunluğu kooperatiflerin elinde. Özellikle kriz dönemlerinde Avrupalılar kooperatiflere yönelebiliyor. 30 altın yıl boyunca, kıta çapında sürekli ekonomik büyüme yaşanırken kooperatiflerin ilgi çekmediğini ve gelişmediğini görüyoruz. Oysa 1970’lerin petrol şokları kooperatifleşmeyi tetikledi ve bugünkü büyük Avrupa kooperatiflerinin önemli kısmının temeli o dönemde atıldı. 2008 sonrasında yeniden Avrupa’da kooperatifler dayanışma ekonomisinin bir unsuru olarak öne çıktı. Bu yeni süreçte Avrupa, yeni nesil işbirliklerini mümkün kılan teknolojilerin yaygın kullanılmasıyla dünyanın çoğundan, kapitalizmin kutsal sayılmayıp dayanışmanın bir değer olarak görülmesiyle de ABD’den çok daha avantajlı konumda bulunuyor.
İşbirliği güven, şeffaflık, katılım, iletişim gerektirir
Bir başka önemli neden, kapitalizm karşıtı ya da değil, “iş birliği kültürünün” de Avrupa’da gelişmiş olmasıdır. İş birliği kolay bir yöntem değildir: Güven, şeffaflık, katılım, iletişim gerektirir. Tekil egoların geri plana itildiği bir çalışma yöntemidir. Bireysel rekabetin yerine, onun karşıtı olarak konumlanan iş birliğinin hem ekonomik hem sosyal bakımdan daha çok getirisinin olduğu son yıllarda daha çok söyleniyor. Bu konudaki deneyimin de başka yerlerden ziyade Avrupa’da bulunduğunu unutmamalıyız. Yabancı dillerdeki karşılığına baktığımızda “kooperatif” sözcüğü zaten iş birliği anlamına gelir ve bu sözcüğün çoğu zaman kurumlar için kullanıldığını, yani bizim kooperatif dediğimiz yapılara “iş birliği” diye hitap edildiğini görürüz.
Son olarak Avrupa bütünleşme süreciyle gelişen ulus üstü kurumlar 1970’lerden bu yana kooperatiflerin piyasadaki varlığına büyük önem veriyor. Evet, AB’nin kooperatiflerle ilgili tüzüğü hayli başarısız oldu ama bütünleşme süreci sadece devletleri değil sendikadan siyasi partiye, sivil toplum kuruluşlarından kooperatiflere bütün aktörlerin ulus üstü dayanışmasını tetikledi. Avrupa’da kooperatiflerin büyük şemsiye örgütlere sahip olmasının nedeni bütünleşme sürecidir. Hem AB’nin kendisinin hem de onun sayesinde gelişen ulus üstü örgütlenmelerin kooperatiflerin finansal imkânlarını artırdığını belirtmek gerekir.
Birbirinden beslenen, öğrenen, genişleyen bir dayanışma zemini
Kitabı bitirdiğimde yazarların önerisinin ‘yeni’ kooperatifçilik ve ağ tipi örgütlenme noktasında ortaklaştığını düşündüm. Yanılıyor muyum?
UDY: Evet, kooperatif fetişizminden kaçınmak ve yeni, alternatif bir kooperatifçilik perspektifi geliştirmek etrafında yazıların ortaklaştığını söyleyebiliriz. Sendikalar, yerel yönetimler ve diğer kooperatiflerle ilişkiler ve iş birliği içinde yerelden küresele uzanan bir ölçekte toplumsal ihtiyaçlar alanının düzenlenmesi perspektifi, üzerinde ortaklaşılan noktalardan bir tanesi olabilir.
FSÖ: Ağ tipi örgütlenmeler son derece önemli. Kooperatifler dayanışmanın bir formu ama kooperatifler arası ilişkiler de bir dayanışma biçimi olarak ele alınmak durumunda. Bu anlamda birbirinden beslenen, öğrenen, genişleyen bir dayanışma zeminine ihtiyaç var. “Ağ tipi”, “yeni” kavramlarını ortaklaştığımız alanlar olarak değerlendiriyoruz.
Peki, kitap çalışmalarını tamamladıktan ve kitap tanıtımı nedeniyle çeşitli toplantılara katıldıktan sonra gelecekten umutlu musunuz? Yazma sürecinden sonra tutumunuz, beklentileriniz değişti mi? Sizce toplumda dayanışma gelişiyor mu?
UDY: Basım ve dağıtımdan sonra kitaba yönelik büyük bir ilginin geliştiğini gördük. Türkiye’nin farklı yerellerinden çok sayıda kooperatif, kitaba ilgi duyduğu gibi çalışmamızı tanıtmak ve anlatmak için bize fırsatlar verdi. Türkiye’de gıda alanında olduğu kadar basın yayın, bilişim, eğitim gibi farklı alanlarda da kooperatif tipi örgütlenmelere yönelik ilginin arttığını gördük. Tam da dediğiniz gibi kapitalizmin neoliberal döneminde kır ve kent kökenli dayanışma ve örgütlenme platformlarının çözülme sürecine girmesiyle beraber toplum yeni dayanışma alanları örgütlemeye çalışıyor. Bu açıdan her krizin yeni fırsatlar ürettiğini söylemek herhalde yanlış olmaz.
Kooperatifçilik: daha samimi ve gerçekçi bir seçenek
ÇEŞ: Kitapla ilgili olarak olumlu geri bildirimler aldığımı söyleyebilirim. İnsanların da başta gıda güvenliği olmak üzere bir dizi sorunun çözümünde verili seçenekler arasında kooperatifçiliği daha samimi ve gerçekçi bulduklarını düşünüyorum. Özellikle büyükşehirlerde kooperatif ürünlerine olan talebin artmasıyla birlikte, bu ürünleri bulunduran tüketim kooperatiflerinin sayısının da giderek arttığını görüyoruz. Kişisel olarak şunu söyleyebilirim: evet, kitapla birlikte yeni çalışmalar yapmak için daha çok motivasyona sahibim; ancak artık kooperatiflerin örgütlenme süreçlerinin içinde de bizzat bulunmak istiyorum.
Somut kooperatif deneyimlerine odaklanan yeni bir derleme
FSÖ: Kooperatiflere yönelik çok önemli bir ilginin olduğunu söylemek mümkün. Bahsettiğiniz toplantılar bizim de öğrendiğimiz toplantılar oluyor. Kriz dönemlerinde birbirimize daha çok ihtiyacımız var. Bir önceki dönemin dayanışmacı pratiklerinde olan kişiler bu meselelere daha sıcak duruyor. Gençlerin bu süreçlere aktif katılımı sağlanabilirse, dayanışma zemininin genişleyeceğini söylemek mümkün.
Son olarak, kooperatifçilik üzerine çalışmayı sürdürecek misiniz? Planladığınız yeni çalışmalar var mı?
UDY: Evet kooperatifler üzerine çalışmalarımızı sürdürmek istiyoruz. Kapitalist sistem içinde faaliyet gösteren mevcut deneyimlerin niteliğini, özelliklerini anlamak ve bir perspektif geliştirmek için yeni çalışmaların oldukça önemli olduğunu düşünüyoruz. Önümüzdeki dönemde dünyadaki ve Türkiye’deki farklı sektör ve alanlardan deneyimlerin yer aldığı yine derleme bir çalışma daha yapmayı önümüze koyduk. Bu çalışmalarla Türkiye’de kooperatif deneyimlerinin sağlıklı bir temelde gelişebilmesi adına küçük de olsa katkıda bulunmak istiyoruz.
FSÖ: Kooperatif meselesinde ihmal ettiğimiz kimi hususlar var. Biz bu kitabı ilişkisellikler üzerinden ele almıştık. Bundan sonrası için somut kooperatif deneyimlerine odaklanacağız. Kadın kooperatifleri, kültür kooperatifleri, yayın kooperatifleri, konut kooperatifleri, enerji kooperatifleri vb. gibi.