Jason Hickel’ın 2021 tarihli kitabı “Çoğu Zarar Azı Karar”, kapitalizmin yol açtığı ekonomik büyümenin kökenini, tarihini ve sonuçlarını keşfederken bir yandan da büyümenin nasıl geriye çevrilebileceği üstünde duruyor.

Hickel’in kitabı başlatmak için üstünde durduğu bir nokta, ardından gelen bölümler boyunca tekrar tekrar yineleniyor; kapitalizmin medeniyet olarak evrimimizin doğal bir sonucu olmadığı. Aksine, Avrupa sömürgeciliğini ve sanayi devrimini getiren büyüme hırsı zamanında büyük tepki görmüştü. Hickel, özellikle 13. yüzyıl İngiltere’sinin ‘çitleme’ sürecine geniş bir yer ayırıyor. Klasik feodalizmin çöküşünü izleyen bu süreç, normalde halka ait olan toprakları ‘çitleyerek’ özelleştirip, senetlerle çeşitli toprak sahiplerine devretmiştir. Serflikten kurtulmuş halk, önceden parasız olan doğal kaynaklara erişmek için para ödemek zorunda kalınca, bir kez daha yönetici sınıfın hükmü altına girmiştir.

Aynı özgürlük kaybını işçilerin durumunda da görebiliriz. Feodalizm sonrası dönemde oldukça esneyen çalışma saatleri, Avrupa’da kapitalizmin yükselişiyle zirve yaptı. Kimi zaman günde on altı saati bulan mesailer, kapitalist sınıfın kârını arttırmakla kalmıyor, ahlaki bir mecburiyet olarak görülüyordu. Dönemin felsefecileri tembelliğin ve boş zamanın tüm büyük günahların önünü açan bir kusur olduğundan bahsediyordu. Bunun arkasında yatan düşünce şekli, çalışanların işledikleri hammaddeler gibi bir mal olduğudur ve çalışmadan durdukları her saat patronlarının potansiyel kârından çalınır. Gene bu dönemde, işçileri daha uzun ve zor mesai saatlerine zorlamak amacı ile işverenler, emekçileri birbirleriyle rekabete sokmaya başlamıştır. Çitlemenin yarattığı yapay kıtlık içerisinde, çalışamamak açlıkla yüz yüze gelme riskini beraberinde getirmeye başlamıştı.

Çoğu Zarar Azı Karar

Hickel’in tarih özeti günümüze ulaştığında, yavaş yavaş farkına varıyoruz ki, kapitalizmin talep ettiği büyümenin en kötü etkilerini ancak görmeye başladık. Karşı karşıya olduğumuz ekolojik kriz, küresel ısınmanın halihazırda yıkıcı sonuçlarının da ötesine geçiyor. Aşırı avlanma ve kirlilik denizlerdeki, sınır tanımayan şehirleşme ormanlardaki ve kullandığımız kimyasallar toprak altındaki yaşamı inanılmaz bir hızla öldürüyor. Besin zincirleri ve doğal çevreler milyarlarca yıldır görünmeyen bir çapta yıkılırken, gezegendeki canlı hayatın dayalı olduğu biyoçeşitlilik büyüme uğruna feda ediliyor. Çevre değişikliğine bağışık olduğunu varsaydığımız böcekler ve mikroorganizmanlar dahi bu yıkımdan kaçamıyor. Bunların hiçbiri gelecekte beklenen felaketler değil; çevre krizi bu yazıyı okuduğunuz anda gezegeni yaşanmaz hale getirmeye devam ediyor ve etkileri yıllar içinde üstel olarak artmaya devam edecek.

Peki bu süreci düzeltmenin bir yolu var mı? Hickel’in üstünde ısrarla durduğu bir gerçek, her tür büyümenin kaçınılmaz biçimde içinde bulunduğumuz krizi kötüleştirmeye devam edeceği. “Yeşil büyüme” gibi bu zararlı sonuçlardan kaçınmaya çalışan yöntemler hararetli şekilde araştırılıp savunulsa da doğa yasalarını değiştirmenin bir yolu yok. Gezegenimiz belli miktarda kaynağa sahip sınırlı bir sistem. Fosil yakıtlar ve belli madenler, geri dönüşsüz şekilde tüketme yolunda olduğumuz hammaddelerin sadece bir kısmını oluşturuyor. Küresel ekonomimizin büyüme hızı, dünyanın kendini yenileme hızının ötesine geçeli çok oldu ve insanlık olarak yarattığımız sistemi küçültmeye başlamazsak durumu tersine çevirmenin bir yolu yok.

Bu noktadan itibaren, Hickel, ekonomimizi üstüne kurduğumuz hedeften yani büyüme hedefinden kurtulmamızı öneriyor. Gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYH), bir ülkenin ekonomik gelişmesi için kullanılan en yaygın ölçü olsa da insani kalkınma derecesini yansıtmadığı yıllar içinde defalarca gösterildi. Kişi başına düşen GSYH’sı ABD kadar yüksek olmayan pek çok ülke; ortalama insan ömrü (Kosta Rika, Portekiz, Güney Kore), eğitim seviyesi (Polonya, Finlandiya, Belarus) ve diğer ölçütlerde, küresel süper gücü geride bırakıyor. Açık şekilde, bir ülkenin ürettiği mal ve enerji miktarı vatandaşlarının yaşama kalitesini doğrudan arttırmıyor. Kaynaklar adil şekilde dağıtıldığı sürece sağlık, istihdam, beslenme ve eğitim gibi kalkınma hedeflerine görece düşük GSYH düzeylerinde ulaşmak gayet mümkün – gelişmiş ülkelerin çoğunun çoktan aştığı bir düzeyden bahsediyoruz.

Ekonomik küçülme kulağa korkutucu gelebilir ama çoğumuz bu radikal değişiklikten sadece olumlu etkileneceğiz. Dünya nüfusunun en zengin %1’i, en alttaki %50’sinden 100 kat fazla zararlı salıma yol açıyor. Eşitsizliği azaltıp, fırsatları daha adil bir şekilde paylaştırmak, hiçbir büyüme süreci gerektirmeden ülkelerin refahını yükseltebilecektir. Orta ve yüksek gelirli ülkeler söz konusu olduğunda refah programlarının, insanların yaşam kalitesini arttırmakta GSYH artışlarından kat kat daha etkili olduğu ortaya konulmuştur. Bunların ötesinde Hickel ekonomik gelişmenin sunamayacağı bir ögenin daha önemini hatırlatıyor; içsel değerler. Topluluk hissinin, güvenliğin ve ‘anlam’ hissinin, sonu gelmez büyüme hırsının bize sunabileceği her tür maddi kazançtan daha değerli olabildiğini.


Not: Öne çıkan görsel,  fikry anshorUnsplash

Kategori(ler): Görüş Yazıları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


The reCAPTCHA verification period has expired. Please reload the page.