Toplumlar ve gezegenimiz üst üste gelen krizler ile sarsılırken ana akım iktisat nasıl oluyor da hiç değişmeden varlığını sürdürüyor? Otto Scharmer, bu yüzyılın zorluklarının üstesinden gelmek için tamamen kişisel refaha odaklanan köhne bir ego-sisteminden, bütünün refahını vurgulayan bir eko-sistem farkındalığına geçmemiz gerektiğini savunuyor ki bu görüşe tamamen katılıyoruz. O halde, eko-sistem ekonomisine öncülük edecek yolları birlikte nasıl inşa edebiliriz?


Ana akım iktisadın eksikliklerini iki kelime özetliyor: Dışsallıklar ve bilinç. Küresel krizlerin çözümü ise zihinlerimizde başlıyor.

Derin sarsıntıların yaşandığı bir çağdayız. Finans, gıda, enerji, su, kaynak kıtlığı ve yoksulluk alanlarındaki küresel krizler toplumlarımızı her bakımdan zorluyor. Bu sarsıntılar aynı zamanda kişisel ve toplumsal yenilenmeye yönelik olasılıkların da önünü açıyor. Bu fırsatları değerlendirmek için durup kendimize bazı temel soruları sormamız gerekiyor: Neden eylemlerimiz kolektif olarak bu kadar az insanın istediği sonuçları yaratıyor? Neden eski çalışma yöntemlerine saplanıp kalıyoruz? Ve bizi geçmişin kalıplarına hapseden temel sorunları çözmek için ne yapabiliriz?

Buyrun size bu soruların yanıtlarına dair bir ipucu: Günümüzün küresel krizlerinin kökeni zihinlerimizde, ekonomik düşünceye dair modası geçmiş paradigmalarımızda yatıyor.

Bu krizlerin belirtileri, bizi her biri yaşamın birincil kaynağı olan ekolojik, sosyal ve manevi kaynaklardan ayıran üç kopuş ile özetlenebilir. Ekolojik kopuş, çevresel yıkım gibi belirtilerle kendini göstermektedir. Şu anda ekonomik faaliyetlerimizle dünya gezegeninin yenilenme kapasitesinin bir buçuk katını kullanıyoruz.  Sosyal kopuş, artan yoksulluk, eşitsizlik, bölünmüşlük ve kutuplaşma oranlarında kendini gösteriyor. Manevi kopuş ise artan tükenmişlik ve depresyon oranları ile GSYH ve insanların gerçek refahı arasındaki bağlantının gittikçe kopması şeklinde kendini gösteriyor.

Bu yapısal kopukluklar çökmüş bir sisteme işaret etmektedir. Peki ama bu kopuklukların asıl sebebi nedir? Ben bunun sebebinin bizzat şu anda iktisat hakkındaki düşünce tarzımızdan kaynaklandığına inanıyorum.

Yeryüzündeki çoğu şey gibi, ekonomik çerçevelerin de kendi yaşam döngüleri vardır; kullanım ömürlerini tamamlamadan önce doğar, gelişir ve büyürler. Modern iktisat teorisi de bu döngüye tabidir. Örneğin, 1930’lardaki küresel buhranlardan sonra ana akım iktisadi düşünce Keynesgil makro iktisada açılarak evrim geçirmiş ve bu da geride kalan yüzyılın büyük bir kısmında politikaları şekillendirmiştir. Ardından, 1970’lerdeki stagflasyon krizinden sonra ana akım, Milton Friedman’ın parasalcı yaklaşımını benimsedi ve bu da sonraki 30 yıl boyunca politikaları etkiledi.

Bu yaşam döngüsü nasıl devam etti? Ana akım iktisadi düşünce 2007 ve 2008’deki küresel mali kriz sonucunda değişti mi?

Ne yazık ki pek bir şey değişmedi: İktisadi tartışmalar hâlâ krizi başlatan aynı çerçeveler, aynı yüzler ve yanlış ikilikler tarafından şekillendiriliyor. Wall Street bankalarının 2008’den sonra etkili bankacılık düzenlemelerini önlemekteki başarılı müdahaleleri ve 2009 sonunda Kopenhag’daki küresel iklim görüşmelerinin çöküşü, kapitalizmin mevcut haliyle çağımızın büyük meseleleriyle başa çıkmadaki sistemik başarısızlığının en iyi örnekleridir.

Geleneksel iktisat teorisinin temel yetersizlikleri iki kelimeyle özetlenebilir: Dışsallıklar ve bilinç. İktisadi dışsallıklar (ekonomik faaliyetlerin maliyetleri) karar alıcılar ve araştırmacılar tarafından uzun uzun tartışılmıştır. Kirliliği ve insan sömürüsünü azaltmak amacıyla şirket davranışlarını düzenlemek ve teşvik etmek yönünde art arda gelen girişimler yoluyla en azından kısmen de olsa bunlarla ilgilenilmiştir. Atılan başlangıç adımları bu yolda yapılacak şeylerin çokluğu ile karşılaştırıldığında yetersizdir. Fakat bilinç tamamen göz ardı edilmiş, iktisadi düşüncede meşru bir kategori olarak bile kabul edilmemiştir. Bilinç neden bu kadar önemli?

Mevcut kapitalist ekonomi temelde ego merkezlidir: Bir birey olarak benim isteklerimi tatmin etmek ve karar alma mekanizmasını kişiselleştirmek ve hatta atomize etmek üzere yapılandırılmıştır. Bu sorunu halletmeye çalışan girişimlerin çoğu (örneğin kurumsal sosyal sorumluluk), tüketicilerin ve üreticilerin farkındalığını kendilerinin ötesine taşıyarak diğer paydaşların refahını da dikkate almalarıyla çözüm bulmaya çalışmaktadır. Ancak bu süreç, karşı karşıya olduğumuz krizlerin büyüklüğü ve karmaşıklığı karşısında yetersiz kalmaktadır.

Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, sadece kendimiz ve diğer paydaşlar için değil, ekonomik faaliyetlerin gerçekleştiği ekosistemin tamamının çıkarlarını gözetmeye ve buna uygun eylemlerde bulunmaya başlamamızı sağlayacak köklü bir bilinç değişimidir. Eğer bu dışsallıklar azaltılırken bunları yaratan bilince dokunulmaz ise aynı maliyetlerin ve verimsizliklerin farklı bir kılıkta yeniden ortaya çıkma tehlikesi vardır. Örneğin, insanların bilinci hâlâ bireyci, çıkarcı, ego güdümlü oldukları düzeyde takılıp kalmışsa, müştereklere dayalı mülkiyet haklarını ve ortak mülkiyeti savunmanın pek bir anlamı yoktur.

Bu nedenle, zamanımızın ekonomik mecburiyetleri bilincimizin ego temelli bir sistemden eko temelli bir sisteme, bir farkındalık durumundan diğerine evrilmesini gerektirmektedir. Einstein’ın sözleriyle ifade edecek olursak, günümüz kapitalizminin sorunu, sorunları onları yaratan bilinçle çözmeye çalışmamızdır. Ortaklaşa yaratılan, eko-sistem ekonomisine öncülük edecek yolları nasıl inşa edebiliriz?

Ego-sisteminden eko-sistem farkındalığına geçiş, kişinin kendini diğer paydaşlar yerine koyduğu ve bilincin yaratıldığı araçlara ince ayar yaptığı (yani açık bir zihin, açık bir kalp ve açık bir irade ile) bir yolculuğa çıkmayı gerektirir.

Açık bir zihin, dünyayı yeni bir gözle görme ve eski düşünce alışkanlıklarını askıya alma kapasitesini temsil eder. Açık bir kalp, empati kurma, herhangi bir durumu bir başkasının gözünden görebilme kapasitesi anlamına gelir. Ve açık bir irade, bırakma ve “gelmesine izin verme” kapasitesidir: Eski kimlikleri (“biz ve onlar” gibi) bırakmak ve yeni bir benlik duygusuna ve bu değişimin mümkün kılabileceği şeylere izin vermek.

Ekonomik sistemi eko-merkezli bir modele geçirmek, bilinçte bu değişim olmadan mümkün olmamakla birlikte, tek başına yeterli olmayacaktır. Asıl gerekli olan üç boyutlu bir devrimdir: Bireysel, ilişkisel ve kurumsal bir tersine çevirme süreci ya da mevcut uygulamayı içten dışa ve dıştan içe çevirme.

Bireysel tersine çevirme, zaten ortaya çıkmak isteyen geleceğin araçları olarak hareket edebilmemiz için düşüncelerimizi, hislerimizi ve irademizi açmak anlamına gelir.

İlişkisel tersine çevirme, iletişim kapasitelerimizi açmak, uyum ve savunmaya odaklanmak yerine üretken diyaloğa geçmek anlamına gelir; böylece gruplar birlikte düşünme, ortaklaşa yaratıcılık ve akış alanına girebilirler.

Kurumsal tersine çevirme, merkezi hiyerarşiler ve merkezi olmayan rekabet ile ayırt edilen geleneksel güç geometrilerini açmak ve kurumları herkes için refah üretebilecek eko-sistemlerde ortaklaşa yaratıcı paydaş ilişkileri etrafında yeniden odaklamak anlamına gelir.

Bu dönüşümleri teşvik etmek, ortaklaşa liderlik kapasitelerini büyük ölçekte inşa edebilecek yeni tür yenilik altyapılarını gerektirmektedir. Pek çok insan toplumları yeni bir ekonomiye taşımak için eksik olan şeyin, elimizde olanlardan daha iyi fikirler ve politika önerileri olduğunu düşünüyor. Ancak durum böyle değil. Bunun yanı sıra, grupların alışılagelmiş düşünce ve uygulamalarından sıyrılarak eko-merkezli bir ekonomiyi ortaklaşa yaratmalarını sağlayacak yeni yapılara ve teknolojilere de ihtiyacımız var.

Bu altyapılar, yeni sistemleri birlikte başlatma çabalarında paydaşları bir araya getirme alanlarını ve ayrıca aşağıdakileri kapsar:

– “ortaklaşa algılamak” ya da sistemi kenarlarından görmemizi sağlayan yerlere gitmek; eğer açık bir zihin ve kalp ile kulak verilirse, geleceğin altın anahtarlarını taşırlar;

– “ortaklaşa ilham vermek” ya da yaratıcılığın kaynakları ile bağlantı kurmaya yarayan kanallar yaratmak;

– “prototip oluşturmak” ya da şu anda bir şeyleri çok farklı şekillerde yaparak geleceği keşfetme; ve

– bu prototiplerin somutlaştırılabileceği ve ölçeklerinin büyütülebileceği alanları “ortaklaşa şekillendirmek”.

Bu çeşitli altyapılar arasında, birlikte algılama ve birlikte ilham vermeye yönelik olanlar bugünkü toplumda özellikle az gelişmiş durumdadır.  Tek başına prototip oluşturma ve ölçek büyütme yoluyla toplumsal inovasyonu ilerletmeye çalışmak, temeli olmayan bir ev inşa etmeye benzer.  Mevcut çabaların çoğunun başarısız olmasının nedeni de budur; çünkü sosyal alanın daha derin koşullarını (zihniyetler, tutumlar ve niyetler) göz ardı etmekte ve yalnızca teşviklerin ve kurumların üstyapısına odaklanmaktadırlar. Bilinçte köklü bir değişim olmadan eko-merkezli bir ekonomiyi sürdürmek mümkün olmayacaktır.

Kişisel, toplumsal ve küresel düzeylerde bu türden köklü bir yenilenme dünyamızın geleceği için hayati önem taşımaktadır. Bu yenilenmeyi desteklemek için ihtiyaç duyulan şey, ortaya çıkmakta olan geleceğe liderlik etmeye istekli değişim yaratıcılarıdır: Ego-sistem düşüncesinden eko-sistem düşüncesine doğru yolculuğa açılmaya, bunu öğrenmeye ve uygulamaya istekli liderler. İhtiyacımız olan şeylerin çoğu yaşayan örnekler, araçlar ve çerçeveler şeklinde zaten elimizde mevcut. Eksik olan, bu devrimi gerçeğe dönüştürecek ortaklaşa yaratıcı vizyon ve ortak iradedir.


Not 1: Otto Scharmer’in 23 Eylül 2013 tarihinde openDemocracy internet sitesinde yayımlanan yazısından Aylin Çiğdem Köne tarafından çevrilmiştir. Erişim

Not 2: Öne çıkan görsel, Sirawich RungsimanopPixabay

Kategori(ler): Görüş Yazıları

Bir yorum

Ego-sistem Ekonomilerinden Eko-sistem Ekonomilerine

  1. Vizyon ve iradede ortaklaşmak.. Bunu, egoları doyurmayı ihmal edenler dışında yollarla sağlamak olası mı? Belki ihtiyaçlar hiyerarşisinde daha alt ortalarda kalanları doyurmakla yetinecek bireylerle olacak bu. Yani iş dönüyor dolaşıyor sınıflar hikayesine geliyor, değil mi?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


The reCAPTCHA verification period has expired. Please reload the page.