Sürdürülebilirlik ve demokrasi birbiriyle çatışıyor mu? Bazıları gezegeni kurtarmanın demokratik oylamanın kaprislerine bırakılamayacağını savunuyor; ancak demokrasi, ekolojik olsun olmasın tüm olası sonuçlara açık olmayı sürdürmelidir. CUSP ortak araştırmacısı Marit Hammond’ın yeni makalesi, bu ikilemlerin nasıl aşılabileceğini ve sürdürülebilir bir topluma kültürel geçiş için demokratik siyasi temellerin nasıl oluşturulabileceğini gösteriyor.

Ekolojik sürdürülebilirlik ve demokrasi

Ekolojik sürdürülebilirlik ve demokrasinin birbirleriyle uyumlu olup olmadığı sorusu uzun zamandır siyasi teorisyenler tarafından tartışılmaktadır. Bir yandan, bugünün çevresel krizlerinin – iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı, kaynakların aşırı tüketimi – çok acil olduğu iddiaları var. Öylesine acil ki toplumlar, gerekli politika değişikliklerini getirecek uzun ve kararsız demokratik süreçleri beklemeyi göze alamazlar. Bunlar maddi kesintiler (örneğin daha az kaynak yoğun yaşam tarzları) anlamına geldiği için, insanların yeterince sıkı çevre politikaları talep etmesi olası değildir. Bunun yerine, merkezi, yukarıdan aşağıya yönlendirme yoluyla gerekli önlemleri dayatacak ‘aydınlanmış’ çevre liderlerine ihtiyaç vardır. Benzer şekilde, çevreciler bundan dolayı muhtemelen, kötü demokratlar yaratırlar. Çünkü demokratik süreci halkın talep edebileceği her şeye açık bırakmanın tersine, doğaları gereği, diğer sonuçlara (örneğin maddi büyüme) kıyasla belirli sonuçlara (yani ekolojik olanlara) bağlı oldukları için.

Diğer tarafta, çevrecilerin sadece demokrasiye değil, tabandan, katılımcı ve diğer “derin” demokrasi biçimlerine olan kararlı taahhüdünün gerçekliği duruyor. Yeşil partiler ve aktivistler genellikle demokrasiyi temel ilkelerinin bir parçası olarak kabul ederler ve teorisyenler demokrasiyi ekolojiye bağlılığın ayrılmaz bir parçası olarak görürler. Bu aslında kavramsal bir olanaksızlık mı – ve bu yüzden sadece sahte bir iddia mı?

Ekolojik sürdürülebilirlik: dinamik bir kavram

Yeni makalemde öyle olmadığını savunuyorum. Sözde ekolojik nedenlerle demokrasiye tövbe etmek, ekolojik sürdürülebilirliği yanlış anlamaktır. Bu yanlış anlayışta, ekolojik sürdürülebilirlik her türlü yola başvurarak elde edilmesi gereken bir dizi kesin sonuç (çevreciler böylece bundan ödün veremezler ve hükümetler insanlara zorla yaptırma hakkına sahiptirler) olarak görülür. Bu bir hatadır: sürdürülebilirlik ulaşılan ya da ulaşılamayan sabit bir sonuç değil, normatif anlamda hem ekolojik olarak istikrarlı hem de anlamlı olan kolektif bir gelecek inşa etmek için sonsuza dek devam edecek bir süreçtir. Ekosistemler sürekli değiştiğinden, sürdürülebilirlik sadece dinamik bir kavram olarak anlaşılabilir: toplumların, üyelerinin gönençli, sosyal açıdan değerli yaşam biçimlerini koruyacak şekilde, değişen ekolojik gerçeklere adapte olmayı öğrenmeleri ile ilgilidir. Doğal olarak, bu sadece insanların katılımı ile olabilir – istekleri dışında zorla değil.

Bu anlayış sürdürülebilirliğe alternatif bir yaklaşım getiriyor. Eğer sürdürülebilirlik normatif bir kavram ise, bu kısmen insanların bir vizyon olarak ona ekledikleri değerlere ve anlamlara bağlı olduğu anlamına gelir; ve bunlar insanların düşüncelerinin sonucu olarak değişebilir. Örneğin, mevcut sürdürülemezliğin bir yönü, büyüme odaklı bir ekonominin yönlendirdiği aşırı tüketime dayalı yaşam tarzları ve yaydığı tüketici değerleridir. İnsanların tüketimini belirli sürdürülebilirlik göstergelerini karşılamak için zorla kısıtlayan demokratik olmayan bir hükümet olsaydı, bu, bir anlığına toplumun daha iyi görünmesini sağlayabilir. Ancak sorunun altta yatan nedeni – toplumun tüketici yaşam tarzlarına yüklediği anlam – değişmeden kalırdı. İlgili sürdürülebilirlik göstergesindeki anlık iyileşme, ancak bir sürdürülebilirlik yanılsaması olurdu; yalnızca, toplumun “kalbinde ve zihninde” ve daha derin yapısal özelliklerinde kökleşmiş ekolojik kaygı eksikliğini maskelerdi. Ancak, insanlar değerlerini maddi tüketimden uzaklaştırıp ekolojik dengeye doğru değiştirme refleksi gösterselerdi, ortaya çıkacak yaşam tarzı değişiklikleri, kendileri için anlamlı olacağından demokratik olmayan bir şekilde uygulatılması gerekmezdi.

Kültürel bir süreç olarak sürdürülebilirlik

Bu kültürel bir süreç olarak sürdürülebilirliktir. Zorlamayı gerektiren belirli çıktılar olarak bakmak yerine, sürdürülebilirlik, kültürel bir değişim süreci ya da “anlam yaratma” olarak görülebilir. Ekolojik değerlerin anlamlı olarak görülmesi, normatif bir refah vizyonu olarak sürdürülebilirliğin anahtarıdır. Ancak gerçek anlam üretilemez ya da dayatılamaz; insanların kimliklerinden doğar. Dolayısıyla, anlamdaki değişimler çok daha derin ve mühim bir süreç oluşturur.

Kötü haber şu ki, bu sürdürülebilirlik için kolay bir kısa yol olmadığı anlamına geliyor. Ancak demokrasiyi farklı bir rolle de olsa resme geri getiren şey budur: kapsayıcı, ilgi çekici yönetişim biçimleri, toplumda yeni öğrenme, düşünme ve “anlam yaratma” için temeller oluşturur. Kolektif olarak aşağıdan yukarıya yeni vizyonlar yaratmak, geleceğe yönelik olası yollar olarak algıladığımız şeyi genişletme ve salt yaptırım uygulamanın aksine içsel inançtan kaynaklanan değişime ilham verme gücüne sahiptir. Büyümesiz ama yine de müreffeh bir toplum, bu fikirle meşgul oldukça hayal edilebilir hale gelebilir. Ve böylece bu, insanların anlayışında ve hakiki kaygılarında ‘refah’ın anlamını değiştirebilir.

Çıkarcı kültürel müdahalelerin maskesini indirmek

Tabii ki, bu garanti değildir. Anlamlar sürdürülemez yönlere doğru da kayabilir ve – uzun zamandır belgelendiği gibi – kültürel değişim, toplumsal gelişmeyi teşvik etmek yerine ayrıcalık ve eşitsizliği güçlendirmeye yarayabilir. Bu iki yönlü potansiyel, kültür alanını mutlaka sürdürülebilirlik yönetiminin ele alınmasını gerektiren belirleyici bir alan haline getirmektedir. Anlamlar sürekli uyarlanırken önemli olan bu sürecin içinde bulunduğu sosyo-politik ortam tarafından nasıl yönlendirildiğidir. Kurumlar ve ortamlar yeni anlamları nasıl yarattığımızı biçimlendirir.

Geleceğin toplumu için normatif olarak anlamlı bir vizyon olarak sürdürülebilirlik söz konusu olunca, dar bir elit güdümündeki çıkarcı kültürel müdahalelerin maskesini indirmek ve bunlara karşı koymak ve bunun yerine canlı, kapsayıcı bir kamusal alan aracılığıyla geniş hayal gücü ve düşünümü desteklemek yaşamsal önem taşıyacaktır. Bunun için, demokrasi – tüm toplumu eşit olarak dinleme ve toplumun geleceğini şekillendirmeye adil katılımı kolaylaştırma taahhüdünün siyasi ideali olarak – bir rahatsızlık değil, akla uygun tek dayanaktır.

Bağlantı


Not 1: Marit Hammond’un CUSP blogunda 5 Ağustos 2018 tarihinde yayımlanan yazısından Aylin Çiğdem Köne tarafından çevrilmiştir. Erişim

Not 2: Öne çıkan görsel, Markus Spiske – Unsplash

Kategori(ler): Akademik

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


ReCAPTCHA doğrulama süresi sona erdi. Lütfen sayfayı yeniden yükleyin.