Modern kapitalizmin insanları doğadan ve doğal sınırların bilincinde olmaktan uzaklaştırdığı hakkında çok yazılıp çizildi ama henüz ekoloji ile uyumlu bir ekonomiyi küresel olarak gerçekleştirme fikri yaygın olarak ciddiye alınmış değil. Dünyanın ekolojik sistemleri pek çok açıdan geri dönüşü olmayan bir doğal afet kısır döngüsüne doğru gidiyor. Henüz çok geç kalınmış değil ama küçük çaplı, tabandan gelen çevre dostu hareketlerin artık büyük ölçekli politikalara yansıyıp küresel ekonomik faaliyetleri köklü şekilde değiştirmesi gerekiyor.

Her ne kadar birey ve hane düzeyinde yapılan çevre dostu uygulamalar hiçbir şey yapmamaktan iyi olsa da ekolojik krizlerin asıl sorumlularının uluslararası büyük şirketler gibi nüfuzlu aktörler olduğu artık daha belirgin. Bazı ülkelerin ve sanayilerin yüzleştiğimiz çevre felaketlerinde diğerlerinden daha çok payı olduğu bir gerçek ama tek tek örneklerle uğraşmaktansa sorunun köküne inmeliyiz. Doğadan çekip aldığımız maddeleri büyük bir hızla metaya, enerjiye ve çöpe dönüştüren sistemimizin değişmesi gerekiyor. Peki, o halde, hedeflediğimiz ekolojik uygarlık nasıl olmalı?

Öncelikle, yaşadığımız gezegenin yaşanabilir olmaya devam etmesi için gerçekçi sınırları olan ekonomik modellere ihtiyacımız var. Bu, her şeyden vazgeçmemiz gerektiği anlamına gelmiyor ama bence elimizdekilere nesnel ve eleştirel şekilde bakıp, bir bahar temizliğinde yaptığımız gibi “buna gerçekten ihtiyacımız var mı?” diye sorabiliriz. Bazı korku tellallarının dediklerinin aksine bu sanayi devrimi öncesine dönmemizi anlamına gelmez çünkü sadece en zengin azınlığın tüketimini “normal” bir düzeye çekmek bile Dünyanın üzerindeki yükü hafifletecektir. Kendimize kesin kısıtlamalar koymaya karar verirsek,  simit ekonomisi bize atıklarımızı ve tüketimimizi belli sınırlar içinde tutarak sürdürülebilir, döngüsel bir modele erişebileceğimiz savında bulunur. Bu tam olarak hangi alanlarda kısıntı yapmamız gerektiği sorusunu cevaplamaz fakat nelerin asıl öneme sahip olduğunu hatırlatır: İnsan ve doğa.

Bu süreçte insanlık olarak doğayla ne kadar ayrılamaz biçimde birbirimize bağımlı olduğumuzu hatırlamalıyız. Belki modern hayatın insanları doğadan kopardığını söylemek biraz içi boşalmış bir deyiş ama çevreye duygusuz bir istatistik olarak baktığımız ve onun işleyişinden uzaklaştığımız sürece ekonomilerimizde ona yer vermemizin zorlaştığı da bir gerçek. Neyse ki sistemlerimizde doğaya yer vermek, aynı zamanda büyük ölçekli ekonomilerin çok sık göz ardı ettiği bireylere de hakları olan bir model vermekle aynı yoldan geçiyor. Jeremy Lent, insanların doğal dünyaya yeniden katılmaları için 6 kural veriyor: Çeşitlilik, denge, parçalı örgütlenme, yaşam döngüsü, katmanlı yetki ve ortak yaşam. İnsan eli değmemiş doğal ortamlarda geçerli olan bu kurallar toplumlarımızı iyileştirmek için rahatlıkla kullanılabilir.

  1. Doğal ekosistemlerin sağlığı farklılaşmaya ve bütünleşmeye bağlıdır. Bir doğal ekosistem ne kadar sağlıklıysa içindeki tür çeşitliliği de o kadar fazladır. Doğal ekolojinin çeşitlilik ilkesinin insan toplumuna uygulanışını; etnik köken, cinsiyet veya başka herhangi bir tanımlama ile kendini tanımlayan farklı grupların onaylanması olarak görürüz. Bu kural ayrımları görmezden gelmekten ya da bastırmaktansa onları kucaklamayı içeriyor. Farklılıklarımızın bir arada yaşamamıza bir engel olmadığını daha sık hatırlayabiliriz.
  2. Denge, canlıların habitatlarıyla uyum içinde yaşamasıdır. Bir doğal sistemin her parçası tüm sistemle uyumlu bir ilişki içindedir. Doğal ekolojinin bu ilkesi insan toplumuna uygulandığında, onu rekabet ve işbirliğinin dengelenmesi ve zenginlik ve gücün adil bir şekilde paylaşımı olarak görürüz.  Ne çok fazla ne de çok az tüketim, örneğin. Bence bu pek çok ülkede ciddi bir sorun haline gelen gelir eşitsizliğinin çözülmesi için anlamlı adımlar atarak takip edebileceğimiz bir kural. Servet vergisinin yanı sıra kooperatiflere ve müştereklere yasal destekler verilmesi de bu dengeyi mümkün kılmak için faydalı olabilir.
  3. Parçalı örgütlenmede, küçük olan büyük olanı yansıtır ve tüm sistemin sağlığı her bir parçanın gelişmesini gerektirir. Doğal ekolojinin bu ilkesinin insan toplumuna uygulanması, insan onuru ve özerklik ile olur. Temel gelir; barınma, sağlık, eğitim hizmetlerine herkesin erişimi; yayalar için tasarlanmış şehirler; topluluk arasında iletişim, işbirliği; şirketlerin kökten yeniden yapılandırılarak topluma karşı sorumlu hale getirilmeleri kullanabileceğimiz yöntemlerden bazıları.
  4. Yaşam döngüsü uzun vadeli geleceğe yönelik yenilenebilir ve sürdürülebilir gelişmeyi ifade eder. İnsan toplumları için bu kural, ekonomik büyümenin sağlıklı sınırlara ulaştığında durması olarak ifade edilebilir. Örneğin durağan durum ekonomileri. Yaşam döngüsü her canlının doğması, büyüyüp gelişmesi ve ardından ölmesidir. Elbette bazı sabitler olmalı ama kapitalizmin yarattığı “batamayacak kadar büyük şirketlerin” doğal düzene karşı olduğunu söylemek çok ileri gitmek olmaz. Sürekli büyümeye odaklanıp devasa özel bankaları korumak için vergi gelirlerini harcamak yerine işlevini yerine getirebilen bir ekonomik boyuta ulaşıp istikrarlı şekilde orada kalmak doğadan öğrenebileceğimiz bir ders.
  5. Katmanlı yetki (yerindenlik), ne kadar büyük olursa olsun her canlının uyum içinde çalışan küçük hücreler tarafından yönetilmesi olarak görülebilir. Ekolojinin bu ilkesi, en alt düzeydeki sorunların en üst seviyenin sağlığını etkileyeceğini söyler. Bizim de politik ve ekonomik kuruluşlarımızı “besin zincirinde” ne kadar aşağıda olursa olsun, bütünün bir parçası olan herkesin bir söz hakkı olacağı şekilde düzenlememiz gerekli. Bir avuç yönetim kurulu üyesinin binlerin, hatta milyonların kaderine karar vermesi kabul edilebilir olmamalı. Katmanlı yetkiyi hayata geçirmek tabanda özerklik ve derin demokrasi ile ve dolayısıyla kararların mümkün olan en alt kademelerde alınması, yataycılık ve kooperatifler ile çok mümkün.
  6. Ortak yaşam, bir ilişkinin sömürücü değil, katılımcıların hepsinin yararına olmasıdır. Doğal ekolojinin bu ilkesinin insan toplumlarındaki karşılığı; adalet ve hakkaniyet, yenileyici ekonomiler ve döngüsel enerji akışlarıdır. Bunun için örneğin; refahı ölçmekte GSYH’nin yerini alacak ölçülere, yenileyici tarıma, permakültür ilkelerine, döngüsel ekonomiye, Doğa Haklarının ve insan dışındaki varlıkların kişilik haklarının tesis edilmesine ihtiyacımız var.

Bu kuralları izlersek, sadece ekoloji ile uyumlu modeller yaratmakla kalmaz, aynı zamanda kendi refahımızı ve insanların iyi oluşunu düşünen bir değerler sistemi de oluşturabiliriz.

Her ne kadar toptan bir ekolojik ekonomiye geçişe henüz zaman varsa da bu kayda değer ilerlemeler olmadığı anlamına gelmiyor. Bu anekdotsal kanıt olabilir ama insanların karbon ayak izi ve çevresel sorumluluk gibi kavramlar hakkında daha bilinçli olduğunu görüyorum, hem de bu, uzmanlar ve akademisyenlerle sınırlı değil. Biraz daha geniş çaplı uygulamalar söz konusu olduğunda, çok üyesi olan kooperatiflerin kendileriyle ölçek olarak benzer şirketlere göre çok daha çevre dostu işletmelere sahip olduğunu görmek nadir değil. Yenileyici tarım, arabaların şehir merkezlerine girişinin yasaklanması ve benzer uygulamalar kent yönetimleri ve politika yapıcılar arasında giderek daha popüler hale geliyor.

Ekolojik uygarlık yaşama karşı değil, yaşamın gelişmesi için çalışan bir topluma inanır. Dünyanın dört bir yanındaki ilerici hareketleri birbirine bağlayan bu cesur fikir, uygarlığı yaşam ile barışık bir yapıya dönüştürmeyi amaçlar. Çevre ve insan dostu bir gelecek mümkün ve hatta erişebileceğimiz kadar yakın. Hayal etmeye cesaret edersek, bireysel ve kolektif olarak attığımız adımlarla bunu mümkün kılmak da elimizde.

Kategori(ler): Görüş Yazıları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


The reCAPTCHA verification period has expired. Please reload the page.