Katmandu’da Ev Hali bu yazın en kıymetli keşfi oldu benim için. Elif Köksal, on bir yıl yaşadığı Nepal’i öyle etkileyici bir dille ve alışık olmadığımız kurguyla anlatmış ki kitabı elimden bırakmak istemedim. Yazın son günlerinde Köyceğiz’de kitap üzerine konuşmak için buluştuk. Kitaptan başladık, derken sohbet genişledi; Nepal’de kurduğu vakıftan, yoksulluktan, başkalarını gözetmekten, ortak iyiliğe hizmet etmekten ve iyicillikten konuşur olduk.
Unutmadan, bizi daha çok şaşırtacak “büsbütün irrasyonel” ikinci kitap geliyor. Ve henüz okumadıysanız “kalbinizi açarak”, yargılamadan Katmandu’da Ev Hali’ni okuyun.
“ZATEN ben bir gün bir kitap yazacaktım,” diyorsunuz kitabınızın açılış cümlesinde. Tabii o kitabın Nepal hakkında olacağını bilmiyordunuz…
Bir gün kitap yazacağım da “ne yazacağım, ne zaman yazacağım, nasıl yazacağım,” diyordum. Nepal’de o kadar süre durup kitap yazmayanı döverler herhalde. Yazmamak mümkün değil. Kâğıda anlatılacak çok şey var.
Nasıl oldu da yolunuz Nepal’e düştü?
Nepal’e ilk defa 1996’da yanlışlıkla gittim. O sırada üç yıldır Tayland’da, Bangkok’ta yaşıyordum. Bangkok’tan sonra Katmandu kasaba gibi gelmişti. Bayılmıştım. Tayland’da iş arkadaşlığı vardı ama arkadaşlık ilişkisi yoktu. Bangkok’ta yabancı olarak, başka gezegenden gibiydim. Nepal’de çabucak Nepalli ailem ve dostlarım oldu.
Orada, sahiden bir şeye hayrım olduğunu hissedebildiğim bir iş yaptım. O da dünyanın en iyi duygusuydu.
11 sene Nepal’de yaşadım, zamanımın büyük çoğunluğu Katmandu’da geçti. Hayatlarında arabayı ilk defa, bir gün önce görmüş öğrencilerim oldu, bir köyün ihtiyar heyetiydiler. Dağların tepesinden gelmişler; “araba gördük, araba gördük” diye anlatıyorlardı. Nepal’in en zengin adamı da arkadaşımdı. Rahip, hint fakiri, sanatçı, köylü, prenses, eski hippi, mülteci, dilenci, entelektüel… arkadaşlarım oldu. Katmandu’da her çeşit insandan mülayimlik, hoş sohbet, incelik gördüm. 3.000 tane de öğrencim oldu. Dünyanın en mutlu işini yaptım orada.
2000 senesinde bir vakıf kurduk. Proje önerisinin nasıl yazılacağını öğretiyorduk. Herkesten ödeme gücüne göre ücret alıyorduk.
Dünyanın en mutlu işini biraz daha anlatın bize. Sizi bu kadar mutlu eden iş neydi?
Nepal çok fakir bir ülke. Kimse vergi vermiyor. Benim tanıdığım benden başka vergi veren kimse yoktu örneğin. Okul lazım, sağlık ocağı lazım. Bunları devlet yapamıyor. Hindistan ile Çin’in tam ortasında olduğu için çok dış yardım alıyorlar. Aklınıza gelecek bütün yabancı yardım kuruluşlarının Nepal’de şubesi var. Diyelim bir köye okul lazım. Bir proje hazırlayıp o kuruluşlardan birine sunmak gerekiyor.
Biz de eski eşimle 2000 senesinde bir vakıf kurduk. Proje önerisinin nasıl yazılacağını öğretiyorduk. Bu eğitimi veren uluslararası bir kuruluş vardı fakat onların eğitimi çok pahalıydı; herkes gidemiyordu. Biz, herkesten ödeme gücüne göre ücret alıyorduk. 2000-2008 arasında 3.000 öğrencimiz oldu. 3.000 kişinin 500 tanesinden hiç para almadık. Bunu bizden başka yapan kimse de yoktu.
Ben 2008’de ayrıldım. Vakıf devam ediyor. Nepal’i çok sebeplerden çok sevdim. Gözümüze, ruhumuza iyi geliyor. Orada, sahiden bir şeye hayrım olduğunu hissedebildiğim bir iş yaptım. O da dünyanın en iyi duygusuydu.
Hayatımda hiç görmediğim bir yoksulluk. Yoksulluk da değil, bu başka bir şey. Çok acayip bir şeydi.
Başkalarının derdi ile dertlenip o insanlara yardım edebilmek mutluluk verici olabiliyor. Ancak bunun bir de yorucu, yıpratıcı bir tarafı yok mu?
Ben büyürken çok bet bir ergendim. Hiçbir şeyin anlamı yoktu, dünya çok anlamsızdı. Ta ki 1996’da Hindistan’a gidene kadar. Damardan bir başlangıçla, Kalküta’da Rahibe Theresa’nın evlerinden birinde gönüllülük yaptım. Kalighat evi, sokakta ölmek üzereyken bulunanların onurlu bir şekilde ölsünler diye getirildikleri bir yer. İki ayrı bölümde 50 kadın 50 adam.
Orada sadece birkaç gün çalıştım. Tuvalet temizledim, ihtiyarları yıkadım. Hayatımda hiç görmediğim bir yoksulluk. Yoksulluk da değil, bu başka bir şey. Çok acayip bir şeydi. Bir gün çok güzel genç bir kadın getirdiler. Vücudunun her yerinde morluklar ve yaralar vardı. Dayak yemiş sandım. Değilmiş. Açlıktanmış. Açlıktan da insan morarırmış öyle. O kadın benden su istedi. Su getirmeye gittim. Döndüğümde ölmüştü. Öğrendiğim ilk kelime de suyun Hintçesi oldu. Pani.
Çok üzüldüm. Ama sonra orada bir şey oldu bana. O günden sonra ben hayatımın ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. Bunu hiç bilmiyordum. Ertesi sene bir daha gittim. Kalküta’dan sonra hiç depresyona girmedim. Dört başı mamur mutsuz olamadım. Çünkü böyle bir hak bulamadım kendimde.
Kitapta bir başka yoksulluk öyküsü daha var. Mushaharlar…
Nepal-Hindistan sınırındaki köylerde yaşayan, bizim aklımızın alamayacağı kadar fakir insanlar onlar. Mushahar fare yiyen demek. Kast sisteminin en en altındalar, onların tarla faresi yemeye izni var. Proteini farelerden alıyorlar. Daha da düşük bir kast ben görmedim. Düşük kastlara dokunulmazlar deniyor, onlara yüksek kastlar dokunmuyor.
Derse döndüğümde öğrencilerden biri demişti ki; “ayağının acısını al ilham yap, buraların fakirliğini yaz.
Oralar kışın çok soğuk, yazın çok sıcak. Köyde kış geceleri, ısınmak için saman balyalarına giriyorlar. Nepal’in en zengin işadamının evinde ısıtma, katalitik soba ileydi. Bir de yabancıların evinde vardı katalitik soba. Bizim evde vardı. En lüks buydu. Nepal’de evin ısıtılması alışılmış bir şey değil. Fare yiyenler de donmamak için ya saman balyalarının içine giriyorlar ya da ateş yakıp sabaha kadar ateşin çevresinde oturuyorlar.
O köylerden birinde, bütün köyde bir tane yorgan var. Böyle bir yoksulluk. Bir ihtiyar adam, Hindistan’da çalışmış yıllarca. Dönerken bir tane yorgan getirmiş. Ben de gazetede çıkan bir haberden öğrenmiştim bunu. Yorganın altında uyudukları için, adamın karısı diyor ki, “balayında ben böyle cennet saadeti yaşamadım”. O haber Katmandu Post’ ta çıkmıştı. Bunun üzerine bir yardım kuruluşu yardım toplayıp köydeki herkese bir yorgan verdi. İyi mi oldu, pek olmadı, çünkü bir sene sonra aynı gazetede bir haber daha: Uzaklardan yakınlardan bütün akrabalar duyup yorganın altında uyumaya geliyorlar. Bir fotoğraf vardı, kitapta da var. Köyden bir adamın oğlu, iki torunu, gelini yorganın altında uyumaya gelmişler. Uzaktan gelmişler. Bir yorganın altında dördü birden mutlu mutlu yatıyorlar. Ev sahibi yorganını misafirlere vermek durumunda.
O köylerden birine gitmiştim. Ve orada ne yapacağımı şaşırmıştım. Her şey çok manasız gelmişti. Sonra çok uzun bir yolu çok azap çekerek yürüyerek dönmüştüm. Derse döndüğümde öğrencilerden biri demişti ki; “ayağının acısını al ilham yap, buraların fakirliğini yaz. O kadar yoksulluğun içinde ne yapabiliyorsun… O yoksulluğu görmenin ağırlığı.
“Başkalarına kalbimizi değdirince hafifliyoruz, bir çeşit uçuşuyoruz, uçuşarak derdimizin dışına çıkıyoruz.” (Katmandu’da Ev Hali)
Kitapta sevdiğim bir cümleniz var: “Şaşırmak ruh kurumasına nasıl iyi geliyor…” Başka neler ruh kurumasına iyi gelir?
Kendi derdimizin dışına çıkmak, bunu Budistler de söylüyorlar. Kendi derdimizin içinde çok kayboluyoruz.
Örneğin bir inziva olmuştu. Herkes yabancıydı. Hoca da yabancıydı. Bir tane Nepalli bir adam vardı. Bütün yabancılar o inzivada annelerimizle olan dertlerimizle uğraştık. “I hate my mother” diye bağırıyordu herkes. Nepalli adamcağız da “keşke kendime ait bir odam olsa, ne güzel olurdu” diye söylendi üç gün boyunca. Avrupalılar o temel ihtiyaçlardan çoktan geçmişler.
Bir pirinç tanesinde bütün kâinat var derler… Her şey için birbirimize o kadar çok muhtacız ki.
Hizmet etmek, şefkat… Şefkate “karuna” diyor Budistler ve o kadar çok üstünde duruyorlar ki… Her varlık benim bir hayatta annem veya babam olmuş olabilir. Beni gözeten, esirgeyen annem olmuştur belki. Dolayısıyla kimseye düşmanlık hissedilmemeli diyor Budistler. Biz kendi başımıza değiliz. Bir pirinç tanesinde bütün kâinat var derler. O pirinç tanesini güneşe, havaya, suya, toprağa, onu yetiştiren çiftçiye, bize ulaştıran kamyoncuya, pazarcıya borçluyuz. Her şey için birbirimize o kadar çok muhtacız ki. İçine girince şefkat çok büyük bir fikir. Merhamet ama hani dilenciye duyduğunuz merhamet değil. Acıma yok içinde. İyiliğini isteme var.
Ruh kurumasına başka ne iyi gelir: Kedi. Nepal’de pek kedi yok.
Kimse kimseyle uğraşmıyor, kimse kimseyi eleştirmiyor, yargılamıyor, ağzının payını vermiyor.
Bir başka ülkeyi, o ülkenin insanlarını anlamaya çalışırken genellikle geldiğimiz yer ile olan benzerliklerinden ve farklılıklarından ama daha çok da farklılıklarından yola çıkarız. Nepal kültürünün bizimkinden farklı yönleri neler?
Hani bizde çalışmak namustur. Nepal’de hiç öyle şeyler yok. Çok çalışmak enayilik. Gerçekten! Karnımızı doyuracak kadar çalışmaktan daha fazla çalışmak gerekli değil.
Kimse kimseyle uğraşmıyor, kimse kimseyi eleştirmiyor, yargılamıyor, ağzının payını vermiyor. Birini üzecek ise doğruyu söylemek terbiyesizlik orada. Pembe yalan, iyi aile terbiyesi aldığınızın göstergesi.
Biz de burada öyle yapsak, birbirimize ağır bir şey söylemesek…
Kötü gerçekleri kimse kimseye söylemiyor. Üç aylığına Türkiye’ye gideceğim zaman, Nepalli oğluma yapılması gerekler ile ilgili liste bıraktım. Arada konuşuyorduk. “Her şey çok iyi,” diyordu bana. Üç ay böyle geçti. Nepal’e geri döndüğümde iflas etmişim. “Oğlum ne yaptın, neden bir şey söylemedin,” dedim. “Üzülürdün,” dedi.
Sokakta, etraftakileri hoş görmek üzerine kurulu bir hayat var. Mesela bir taksiciye kızdım; ona “harami” dedim. Sonra o taksi durağındaki taksiciler beni protesto ettiler. Çok acelem varken o duraktan bir taksiye binmek istedim. Hepsi meşgul olduklarını söyleyerek beni taksilerine almadılar. Öyle duruyorlardı arabalarının dışında, neyle meşgulsünüz dedim, güneşte duruyoruz, dediler. Nepalli oğlum Bodhraj’a anlattım. Bana çok kızdı. “Sakın Nepal’de kimseye böyle şeyler söyleme,” dedi. Böyle bir görünmez kanun varmış. Bu bana çok derin bir şey öğretti. Biz de burada öyle yapsak, birbirimize ağır bir şey söylemesek…
“… insanın tamamını yargılamadan itmeden kabullenen başka türlü gözlerle baktığımızda, karşımızdakinin hikâayesini hissetmek mümkün, hem o zaman herkes sahiden güzel.” (Katmandu’da Ev Hali)
Anladığım kadarıyla siz Nepal’i ve Nepallileri yargılamadan olduğu gibi kabul edip sevmiş ve orada mutlu olmuşsunuz.
25 senedir Nepal’e gidip geliyorum. Her gittiğimde, her seferinde uçaktan iniyorum ve sırıtmaya başlıyorum, dönene kadar. Burası iyi, burası ev hissi… Tam olarak, annemin rahmine geri dönmüşüm gibi.
Ben Nepallileri 2015’teki depremde tanıdım. 2015’te 18 senelik Nepalliydim. Ama bilmiyormuşum. Depreme, şehrin ortasında, tur için götürdüğüm 19 Türk misafirimle yakalandık. Hiçbirimize bir şey olmadı ama çok büyük bir yıkımdı. Misafirleri güvenli bir yere, Türk okuluna götüreceğim. Türk okulu çok uzakta. Tek sıra halinde yürüyoruz. Çok korkuyoruz. Hâlâ her yer sallanıyor. Yerin altından korkunç gürültüler geliyor. O ses de çok korkutucuydu. Yolda bir minibüs durdu, içinden bir çocuk indi. Çocuğa “bizim grubu okula kadar götürür müsün,” dedim. “Tamam,” dedi. Ben ve benimle birlikte birkaç kişi kaldık. Diğerleri minibüse bindiler.
İyicillik mi diyeyim? Bunun adı nedir bilmiyorum ama o kadar sahici bir şey ki. Ben orada tanıdım Nepallileri.
Biz bu grupla yürümeye devam ettik. Sonra Türk okuluna gönderdiğim çocuk geldi bizi buldu. Onları bırakmış gelmiş. İnanamadım. Çocuğu hayatımda ilk defa görüyorum. Hepimiz bindik arabaya gidiyoruz. Bana müthiş bir iyilik yapıyor. Ailesini sordum; “bilmiyorum, daha eve gitmedim abla” dedi. “Niye gitmiyorsun,” dedim. “Misafir tanrıdır abla. Önce siz gelirsiniz. Sizi misafirhaneye koyayım, ondan sonra bakacağım,” dedi. Şoför de aynısını söyledi. Hiç tanımadığım insanların kendi aileleri hayatta mı değil mi bilmeden, önce bizi esirgemeleri…
En zor zamanda tanımadıkları insanlara yardım ettiler, sonra kendi ailelerine gittiler. Çok acayip değil mi? O deprem sırasında, bu tür şey çok geldi başıma. Sekizinci gün sonunda bir köyde Kocaeli Arama Kurtarma ekibi ile bir çocuğun cesedini bulduk. Katmandu’dan bir buçuk saat uzakta olan o köye üç gün boyunca gittik geldik. Aile bir haftadır yemek yememiş. Bunu duyunca biraz yiyecek aldık ve gittik. Anne bana “biz seni aradık ama sonra bize patates geldi. Al sen bu patatesleri aç olan birilerine götür” dedi. Düşünebiliyor musunuz? Aç kaldığın ve çocuğunun öldüğü çok zor bir zamanda bunu mu düşünürsün? İyicillik mi diyeyim? Bunun adı nedir bilmiyorum ama o kadar sahici bir şey ki. Ben orada tanıdım Nepallileri. Meğer böyle insanlarmış. Bir ay enkazda ekiplere tercümanlık yaptım. Böyle hikâyeler ile çok karşılaştım. Hiç açgözlülük görmedim.
Belki çok sert hava ve dağlık toprak koşullarının getirdiği zorunluluktan imece ile yaşanıyor. Bir de … bireyci değiller.
Sizce neden böyle bir özelliğe sahipler?
Belki çok sert hava ve dağlık toprak koşullarının getirdiği zorunluluktan imece ile yaşanıyor. Bilmiyorum. Bir de birey değiller. Bireyci değiller. Toplu halde yaşıyorlar.
Nepalce imza olarak uzun bir satır bir yazı getirdi. Babasının, annesinin, bütün kardeşlerinin ve kendi adını Nepalce yan yana yazmış altına da havalı bir çizgi çizerek imzasını tamamlamış.
Executive MBA programında yazma dersi veriyordum. Herkes 26-27 yaş üstü ve çalışan insanlar. İmzalarını İngilizce atıyorlar. “İmza çok şahsi bir şeydir. Neden imzalarınızı başka bir alfabede atıyorsunuz” diyerek ertesi derse Nepalce bir imza getirmelerini istedim. Bir çocuk geldi. İngilizce imzası sadece kendi adıyken Nepalce imza olarak uzun bir satır bir yazı getirdi. Hiç anlamadım. Babasının, annesinin, bütün kardeşlerinin ve kendi adını Nepalce yan yana yazmış altına da havalı bir çizgi çizerek imzasını tamamlamış. Bunu Mine Söğüt’e anlattım. Mine de “demek ki İngilizcede kendilerini daha özgür, daha birey hissediyorlar,” demişti.
Nepal’de bireyin yerine aile var. Örneğin, ev sahibim 65 yaşındaydı. Bir şey sorduğumda “valla ben bilmem babama sormam lazım,” diyordu.
Dış dünyaya açılmak Nepal’i değiştirdi mi?
1950’ye kadar Nepal kapalıymış, yabancıları almıyormuş. İngiltere temsilcisi, Katmandu’nun en berbat yerinde yaşıyormuş, orayı vermişler. 1960’lı yıllarda Nepal’e ilk hippiler geldiklerinde, Nepal kralı onları bir gezgin kabile zannetmiş ve reisleri ile görüşmek istemiş. Hippiler 1960’larda tapınakların içerisinde çırılçıplak dans ederlermiş. Nepalliler tabii ki çok rahatsız oluyormuşlardır. Ama kimse bir şey demezmiş.
Hayat çok pahalılaştı. Yoksulluk baki kaldı. Banka kredileri, kredi kartı, AVM’ler, yüksek apartmanlar başladı.
1996’da ilk gittiğimde orası bayağı farklı bir yerdi. Sonra iç savaş oldu. Ben bu kitabı yazdıktan beş-altı sene sonra Nepal’de entelektüel bir arkadaşım ile oturduk. Kitabı baştan sonra gözden geçirdik. Kitapta yazılanların hâlâ geçerliliği var mı diye. Kitapta onun değiştirdiği yerler oldu. Örneğin, eskiden sadece evli kadınlar kırmızı giyiyordu yazmışım. “Yok yok, artık herkes giyiyor” dedi. Şimdi Nepal’de mini etekli kızlar da görüyoruz. 1996’da görmezdik.
Bir de hayat çok pahalılaştı. Yoksulluk baki kaldı. Onlar da dünyaya ayak uyduruyorlar. Banka kredileri, kredi kartı, AVM’ler, yüksek apartmanlar başladı.
Katmandu’da Ev Hali’ndeki öyküler son derece etkileyici. İtiraf edeyim, okurken anlattıklarınızın bir kısmının kurgu olabileceğini düşündüğüm oldu. Bazı öyküler okuyucunun rasyonalitesine meydan okuyor, adeta masal havasında…
Etkileyici çünkü Nepal öyle bir yer. Kitaptaki her şey tam anlattığım gibi, hepsi gerçek. Masal gibi ama masal değil. Örneğin içine tanrıça giren Aama… Sonradan düşündüğümde “Allah Allah! Yok artık, bu kadar da mı” dediğim şeyler var. Rinpoçe’nin söylediği ve yaptığı şey; hani benden başka kimse duymamıştı ve görmemişti ya. O olaydan bir yirmi sene sonra bana mı öyle geldi hissine kapıldım. Ve çevirmenine gittim. “Böyle bir şey oldu mu yoksa ben mi uyduruyorum? Bana bir şey söyle,” dedim. “Sen öyle algıladıysan öyle olmuştur. Gerçek dediğimiz zaten nedir. 40 yıldır Rinpoçe’nin yanında ben neler gördüm,” diye yanıtladı. Bu bana çok iyi geldi.
Kitabın başında “doğru olmayanı söylemekten sakınmaya söz veririm,” diyerek yalan söylememeye yemin ediyorum ya… Kitabı yazarken bazen elim kalemin şehvetine kapıldığında, ‘üç’ yazmak yerine ‘beş’ yazdığımda durdum. Böyle olmamıştı ki, dedim. Geri dönüp ‘üç’ yazdım. Hatta iki buçuk yazdım. Bu kitaptaki her şey benim gözümün gördüğü, algıladığı gibi oldu. Her şey tam öyle oldu mu, ben bilemem. Ama duyduğum her şeyi, yaşadığım her şeyi bana geldiği gibi yazdım.
İkinci kitap büsbütün irrasyonel. Gerçi ilk kitap da rasyonel değildi. Ama ilk kitabın irrasyonelitesi sınırlanmıştı.
“Katmandu’da Ev Hali”nin devamı geliyormuş. İkinci kitapta ne okuyacağız? Bize ufak ipuçları verir misiniz?
İlk kitapta editörüm 11-12 hikâyeyi çıkartmıştı. “Türkiye bunlara daha hazır değil” demişti. Oradaki hocamın başından geçmiş bana anlattığı çok acayip şeylerdi bu hikâyeler. İkinci kitap büsbütün irrasyonel. Gerçi ilk kitap da rasyonel değildi. Ama ilk kitabın irrasyonelitesi sınırlanmıştı.
Nepal’e son gidişlerimde, Türkiye’de bombalar patlıyorken, memleketin haliyle ne yapacağımızı bilemiyorken o umarsızlıkta… Çok üzülerek gittim. O halimde başka gerçeklikler kovaladım. Hep onları anlatmak istiyorum bu kitapta. Başka, çok acayip algı çeşitleri de var. Kitapta anlattığım herkes nerede ise benim artık yirmi yıllık arkadaşım. Dolayısıyla başka bir ilişki çeşidi.
Bir de orası artık benim yaşadığım yer değil. Çünkü birinci kitap günlük hayatımın geçtiği yeri anlatıyordu. Ne olsa bana çok tuhaf gelmiyordu. Bu kitaptaysa artık Türkiye’ye dönmüşüm ve yeniden Türk olmuşum. Kafam da yine Türk olmuş. Ve o turist gözüm yeniden geri gelmiş; şaşırarak bakıyorum. İlkinden başka bir bakış ile bakıyorum.
Ben daha çok seviyorum ikinci kitabı. Çünkü ilk kitabı ben yazdım, okumadım. Şimdi çok eskide kaldı benim için. Ama ikinci kitap şimdiki halimin anlattığı şeyler. Onun için bana daha yakın.
Herkes Nepal’e kesin gitsin! Etraftan bir şeyler, belki öğrensek iyi gelecek, belki bizim artık unuttuğumuz bir şeyler görmeye, kalplerini açıp bakmaya gitsin.
“Herkes Nepal’e gitsin,” diyerek mi bitirsek söyleşimizi?
Herkes Nepal’e kesin gitsin! Ama “burası ne fakirmiş ne pismiş,” demesin. “Ay! Burada nasıl yaşıyorlar, nasıl yiyorlar!” Böyle şeyler demek yasak. Etraftan bir şeyler, belki öğrensek iyi gelecek, belki bizim artık unuttuğumuz bir şeyler görmeye, kalplerini açıp bakmaya gitsin.