Kalkınmayı ekonomik bir kategori olarak tanımlamak ve ulusal gelir üzerinden ölçmek toplumların temel meselelerinin gözden kaçmasına yol açıyor. Üst üste yığılmış sorunlar karşısında, eski bir soru olan “gelişme nedir” sorusunu yeniden değerlendirmek ise bugün bize düşüyor. Bu sorunun peşine düşen Dr. Assa, gelişmiş ülke olmanın ölçüsünün tüm vatandaşlarına bakma kapasitesi ve iradesi olması gerektiğini savunuyor.
Herhangi bir ekonomik kalkınma tartışması – örtülü veya açık olarak – gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan (veya az gelişmiş) ülkeler arasındaki ayrımı içerir. Kalkınmayı belirleyen faktörlerin neler olduğu ve kalkınmanın nasıl gerçekleştirileceği üzerine birçok teori olsa da, her durumda amaç, bir ülkenin sonunda “gelişmiş” olmasıdır.
Bu, şu soruyu akla getiriyor: Gelişmiş ülke nedir? En az üç ortak tanım vardır ve bunlar aşağıda sunulmaktadır. Bu tanımlar birçok durumda birbiriyle örtüşse de aralarında anlaşmazlıklar vardır. Bu makale, birçok “gelişmiş” ülkenin COVID-19 pandemisinden doğal afetlere kadar değişen şoklarla başa çıkmaktaki son başarısızlıklarının ışığında daha geniş bir tanıma ihtiyaç olduğunu savunuyor.
Dünya Bankası sınıflandırması
İlk tanım gerçekten bir tanım olmaktan çok, bir sınıflandırmadır. Dünya Bankası, kişi başına 12.536 $ veya daha yüksek Gayri Safi Milli Geliri (GSMG) olan herhangi bir ülkenin yüksek gelirli olduğunu ve bu nedenle gelişmiş olduğunu kabul etmektedir. Ülkelerin geri kalanı henüz bu eşiğe ulaşmadıkları için gelişmekte olan ülke olarak kabul ediliyorlar ve üç alt gruba ayrılıyorlar. Düşük gelirli (1.035 $’ın altında), alt orta gelirli (1.036 $ – 4.045 $) ve üst orta gelirli ülkeler (4.046 – 12.535 $).
Bu bakış açısına göre gelişme tamamen niceldir ve aynı zamanda süreklidir. Bir ülke, basitçe zaman içinde gelirini artırarak ve bir basamaktan daha yukarıdaki bir basamağa geçerek kalkınma merdivenini tırmanır.
Sadece geliri kullanarak kalkınma düzeyini değerlendirmenin sorunlarından biri, bazı ülkelerin yüksek gelire sahip olmasına rağmen diğer birçok yönden oldukça yoksul olmalarıdır. Örneğin Ekvator Ginesi, 2019’da kişi başına düşen GSMG’i 6.460 $ olduğu için üst orta gelir grubunda sınıflandırılıyor. Ancak ülkede yaşayanlar, ortalama olarak, yalnızca 58,4 yaşına kadar yaşamayı ve 9,2 yıl okula gitmeyi bekleyebilirler.
UNDP İnsani Gelişme Endeksi
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) İnsani Gelişme Endeksi (İGE) bu nedenle sadece geliri değil, aynı zamanda sağlık ve eğitimi de hesaba katıyor. Bu nedenle Ekvator Ginesi 144. (orta insani gelişme) sırayı alırken Samoa daha üst sıralarda 111’de (yüksek insani gelişme) yer alıyor. Samoa’nın geliri daha düşük olmasına rağmen (sadece 5.885 $), doğuşta beklenen yaşam süresi (73,2 yıl) ve okullaşma yılı (12,5) Ekvator Ginesi’nden daha yüksektir.
Gelişmiş bir ülkenin neye benzediğine dair biraz daha eski bir başka görüş, sanayileşme fikri ile ilgilidir. Sanayi devriminden başlayarak ekonomik kalkınma, büyük oranda, sermaye ve emeğin tarımdan (ölçeğe göre sabit veya azalan getirileri olan) sınai üretime (ölçeğe göre artan getirileri olan) kaydırılmasına dayanıyordu. Bu kaydırma ile verimlilik ve gelirler adamakıllı artmaktaydı.
Bu görüşe göre gelişmiş ülkeler sanayileşmiş ülkelerdir. Soğuk Savaş sırasında, bu görüş dünyayı kapitalist Batı (Birinci Dünya) ve komünist Doğu (İkinci Dünya) olarak ikiye böldü, sanayileşmemiş (gelişmekte olan) ülkeler Üçüncü Dünya olarak gruplandırıldı. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa neredeyse sanayisiz ve çok daha düşük gelirle başlamışken 1950’ler ve 1960’larda batıyı yakaladılar ve hatta geride bıraktılar.
OECD üyeliği
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından ve eski sosyalist ülkelerin kapitalizme geçişinden bu yana, bazıları bunu “Tarihin Sonu” olarak değerlendirdi. Bu ifade piyasa sisteminin doğru ve kalıcı gelişmeye giden tek yol olduğunu ima ediyordu. Bu, “zengin ülkeler” kulübü olan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) üyelik üzerinden yeni bir kalkınma sınıflandırmasına yol açtı. OECD üyeleri, 1948’deki Marshall Planı yardımının başlangıçtaki alıcılarını kapsıyordu. Ancak son zamanlarda bazı eski gelişmekte olan ülkeler – İsrail, Kore, Meksika ve Türkiye – ve birkaç eski komünist ülke – Çek Cumhuriyeti, Estonya, Letonya, Litvanya, Polonya, Slovakya ve Slovenya – de üyeler arasına katıldı.
Ortalama bir OECD ülkesi 40.115 $’lık bir gelire sahip, ancak çoğu bir miktar sanayisizleşme yaşadı. Örneğin Fransa’da imalat, 1960’ta GSYH’nın % 22’sinden, 2019’da % 9,8’ine düşmüştür. Buna karşılık, eskiden tarım ülkesi olan Güney Kore, 1960’ta % 11 olan bu oranın % 25’e yükseldiğini gördü. Kore’nin bugünkü geliri, Fransa’nın 42.400 $’ına kıyasla 33.720 $’dır, bu nedenle hangisinin daha gelişmiş olduğu, kullanılan tanım veya sınıflandırmaya bağlıdır.
Bu ince farklılıklara rağmen, hem Kore hem de Fransa, bugün Amerika Birleşik Devletleri ve OECD’nin diğer üyeleri gibi zengin, gelişmiş ülkeler olarak kabul edilmektedir. Ancak COVID-19 salgını ve doğal (iklim değişikliğine bağlı ve dolayısıyla insan kaynaklı olmasına rağmen) afetlerin daha sık görülmesi gibi son olaylar, bu ülkelerden bazılarının gerçekten “gelişmiş” etiketini hak edip etmediği konusunda kuşku uyandırdı.
Gelişmiş ülke etiketini hak etmek
Son blog yazılarında gösterildiği gibi (burada ve burada), Amerika Birleşik Devletleri mevcut pandemide özellikle kötü performans gösterdi. Virüs gelmeden önce zaten birçok yoksul ülkeden çok daha kötü sağlık sistemi kapasitesine sahipti (nüfus başına hastane ve doktor sayısı, aynı zamanda sağlık sigortası kapsamı bakımından). Salgın geldiğinde, birçok ABD’li politikacının kaotik ve etkisiz tepkileri sonucunda dünyadaki en kötü vaka ve ölüm oranlarından bazıları ortaya çıktı.
Doğal afetlere hazırlıklı olmak açısından, 2005’te ABD’yi vuran Katrina Kasırgası 1.200 ölüme, 100 milyar $’ın üzerinde hasara neden oldu ve çok sayıda insanı evsiz bıraktı. Yakın zamanda ABD’nin kuzeydoğusunu vuran tropik fırtına Isaiah çok daha zayıftı. Ancak 2,2 milyon evin, bazı durumlarda bir haftadan fazla, elektriksiz kalmasına neden oldu. Katrina’da etkisiz müdahale konusunda çoğunlukla New Orleans’ın azınlık sakinlerine yönelik ayrımcılık suçlanmıştı. Katrina’dan farklı olarak, son fırtınada New York, New Jersey ve Connecticut’ta yarım milyondan fazla insan – birliğin en zengin eyaletlerinden bazıları –uzun dönemler boyunca karanlıkta kaldı. Pek çok insan, kendi bakış açılarından gelişmekte olan ülke koşullarını deneyimledikleri için öfkelerini dışa vurdu.
Neoliberalizm ideolojisi
Açıkça görülüyor ki ABD, salgınlar veya kasırgalar gibi şoklara daha iyi hazırlık yapacak veya bunlarla daha etkili bir şekilde mücadele edecek için kaynaklardan – gelir veya endüstriyel ekipman – yoksun değil. Ancak, İngiltere gibi diğer zengin ülkelerde olduğu gibi, son yıllarda halkın refahını gözetme kapasitesini kasten azalttı.
En iyi temsilcileri Ronald Reagan ve Margaret Thatcher olan neoliberalizm ideolojisi, bireysel refaha odaklanırken, kamu altyapısına, kamu hizmetlerine ve kamu planlamasına (afetler ve pandemi için olanlar dâhil) yapılan yatırımlarda kesinti yapıyor. Thatcher, “toplum diye bir şey yoktur” iddiasıyla daha da ileri gitti. Bu fikirler yalnızca refah desteğine değil, halkı hem virüslerden hem de kasırgalardan ve diğer tehditlerden korumak için tasarlanmış devlet programlarına yönelik saldırılara dönüştü. Daha 2018’de bulaşıcı hastalık uzmanları, ABD Kongresi’nin koruyucu ve halk sağlığı programlarına yönelik bütçe kısıntıları ile ilgili endişelerini dile getirmişlerdi.
UNDP’nin son COVID-19 Hazırlıklı Olmak ve Kırılganlık performans değerlendirmesine bakılırsa, ABD ve İngiltere, birçok cephede OECD ülkelerinin çoğundan daha kötü performans gösteriyor. 10.000 kişi başına çok daha az hastane yatağı var ve yoksulluk ve eşitsizlik daha yüksek.
Yeni bir kalkınma ve gelişmiş ülke tanımı
Bu tartışma böylece yeni bir olası kalkınma tanımına götürür. Gelişmiş ülkeler, yalnızca kamu yararına hizmet edecek araçlara – gelir, endüstriyel teknoloji vb. – sahip olanlar değildir. Salt bireylerin (genellikle en zengin olanların) çıkarlarına hizmet etmeyi tercih etmek yerine, kamu yararını gözetme iradesine sahip olan ülkelerdir.
Gelişmiş ülkelerin çoğu zaman demokratik olduğu da varsayılır. Bu nedenle, ABD ve İngiltere’deki (ve diğer ülkelerdeki) yakın zamandaki “kalkınma-ma”, dışarıdan gelenleri (göçmenler veya AB) suçlamayı seçen ve milliyetçi politikalara ve liderlere yönelen seçmenler tarafından fark edilmedi.
Ne yazık ki, bu tür politikalar ekonomilere ve toplumlara ancak daha fazla zarar verir ve kamu yararının daha da zarar görmesine neden olur. Bu nedenle, kalkınmanın amacının ne olduğuna dair acilen yeni bir tasarıma ihtiyacımız var. Gerçekten gelişmiş bir ülke, iyi zamanlarda olduğu kadar krizlerde de tüm vatandaşlarına bakacak araçlara ve iradeye sahiptir.
Not: Dr. Jacob Assa‘nın Developing Economics blogunda 22 Ekim 2020 tarihinde yayımlanan yazısından Aylin Çiğdem Köne tarafından çevrilmiştir. Erişim