Üzerine en alımlı, en coşkun ve iç yakıcı laflar edilen sözcüklerden biridir gönül. Ne olduğunu her birimizin başka türlü anladığı, aynı anda pek çok şeyi bir araya topladığımız zengin mi zengin kavrayışımız vardır. Yoksa ‘gönlü olmak’ gibi sımsıcak bir eylem ile ‘gönül koymak’ gibi acıtıcı hatta yaralayıcı soğuk bir başkasını, aynı sözcükten türetir miydik? Gönlü olan nasıl arzusunu elde etmeye can atarsa, gönül koyan o kadar “Aman uzakta olsun”, uzak durayım ister.
Daha neler var neler: Gönül almak, gönül çelmek, gönül vermek, gönülden gelmek, gönül eğlendirmek, gönül kazanmak, gönlü çekmek… Duygu sahibi olan her varlık duygu eylemleriyle yaşar, kıskanır, yerinir, sevgi duyar, kızar… Bunları yapmaya duygulanım derlermiş. İşte gönül bu duygulanım evrenlerimizin odağı, enerji merkezi sayılabilir.
Ama gönül yalnızca bir enerji odağı mı? Bence gönül benliğimizin dışarıda olan biteni izleyip, nedenini tam bilemediğimiz iç tepkilerine can vermekle kalmaz. İstenci yani iradeyi de etkiler. İtici ya da çekici de olur. Neyin dışımızda, neyin içimizde olduğu kararına bile gönül ile erişiriz. Beşiktaş’a gönülden bağlıysanız, yönetimin oyuncu transferlerinde ‘Biz’ diye içinizde tuttuğunuz koskoca topluluk olur; skor tabelası aleyhinize olduğunda kulüp yönetimini, oyuncusunu, teknik kadroyu filan derhal dışınızdaki ‘sahtekârlar’ yapıverirsiniz. “Sınıfı geçtim” ile “Öğretmen sınıfta bıraktı.” arasındaki farkı yaratan, bana sorarsanız, gönülden başkası değildir.
Gönül, bilinçaltı ile bilincin sınırını canlı kılar, birbiri arasındaki geçişin kanalını açar. Bu yüzden zaman zaman bilinçten doğan vicdan ve ahlakın dedikleri ile gönülün duyurduğu ‘gönül sözü’ çatışır. Gönül, otomobili park edip, bagajdaki ağır yükü kısa mesafe taşımaya heves ederken, engelli park yeri işaretini gören zihin, bundan alıkoyar. ‘Yapma, sakın yapma!’ sinyalini verir. Ama saat günün geç bir vaktiyse, ortalık karardı ise, gün boyu ‘kafa bozuk’ ise, gönül yine de… Öte yandan hızla hareket edip duran cisimden gözünü alamamak, sağ elinizi kullanmaya alışkın iseniz önce onu ileri uzatmaya eğilimli olmak, duyduğu bir patlama ile yerinden fırlamak, herkesin kahkaha attığı yerde kendini tutamayıp gülmek gibi değildir gönülün yaptırdıkları. Gönülde, bilincin, belleğin, zamanla oluşmuş güdülerin ve etkisinde kalınan insanların, çevrelerin derin izleri vardır.
Gönül değişir mi? Elbette, hem de nasıl. Ne demiş Yunus :
“Dostun evi gönüllerdir / Gönüller yapmaya geldik”
Değişmeyecek şey için neden yapmaya kalkışılsın ki? Hintli bir kadın sanatçının internet üzerinden sunulan duygu ve duygulanma konulu üstteki çalışması işte bu değişkenlik üzerinedir bana kalırsa.
Öyleyse gönül eğitilebilir de. Eğitmek, gizil gücü (potansiyelini) geliştirmek demek olduğuna göre, gönlü eğitmeye gerçekten inanırım. Gönlün işlediği alanı genişletmek, gücünü artırmak, gönlü daha seçici kılmak. Hepsi gönül eğitimiyle olasıdır.
Beğenilmek, takdir edilmek, eşsiz bulunmak. Kim istemez? Gönlü istekli yapan, sıkıntı çekse dahi dayanma gücü veren o insandaki gönüle değer verdiğini göstermektir. Ama öyle ucuz pohpohlama, yok yere sırt sıvazlama ile değil tabii. Uğraştırıcı, zorlu bir işte fark yarattığını bildirmek var ya… İşte odur gönlü çeldiren. “Geldiğin fark etti” demişlerdi geçenlerde bana. Başkalarının yapmadığını yaptım diye düşündürttüler. Nasıl da gönlümü aldı bu! Elbette hor görüldüğü, itilip kakıldığı halde gönlünün çektiğini yapmakta direnen ve sonunda başaran vardır. Ama o gönüllerin gizil gücü zaten yolunu bulmuş demektir. Benim sözüm, henüz gönlüne değerli ürün veresi konular girmemişler, gönlündeki cevher ortaya çıkarılmamışlar için.
Aidiyet de gönlün eğiticisi olabilir. Bir ortam sizin de izlerinizi taşıyor görünmelidir. Tercihlerinizin yer ettiği küçük bir dünyayı tam orada sezmelisinizdir ki heveslenesiniz; içten gelerek kendinizden veresiniz. İnanç gruplarının, tarikatların yaptıkları, gönül bağını kurmayı başarmalarında izledikleri yol da budur. Birey orada başkası değil kendi olduğunu, özünü bulduğunu benimsemiştir. Yıllar sonra dönüp geldiğiniz babaevi, belki hiçbir yakınınız artık yaşamıyor dahi olsa, yüreğinizi cız ettirir, gönül telinizi titretir. Çünkü orada size aitlikler gömülüdür; gözünüzün içine bakarlar, yalnız sizin çekip çıkarmanızı beklediklerini fısıldamaktadırlar.
Keyif aldırmak gönlü eğitir. Örneğin ritim eşliğinde çalışma, gönlün yorgunluğa dayanıklılığı artırır. Afrikalı kölelerin pamuk toplarken gönülden çalışabilmek için ürettikleri ritim, bambaşka bir müzik çığırı açmıştır. “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül söyleşme ister kahve bahane” de, gönlün keyif aranışını dile getirir. Tanıtırsın, denetirsin, keyif alınası yanı gösterirsin, bir de bakmışsın o gönül eğitilmiştir.
Birinin gönlünü kaptırmak mı istiyorsunuz, belki en iyi yol imrendirmedir. Çoğu araştırmacı, bilimsel gözlemleri sonucu, doyasıya aşkı, romanlarda, şiirler, filmler, şarkılarda izlediklerimize imrenmeyle içimize yerleştirdiğimizi iddia eder. Kim bilir! Ama iştahla atılan bir cesaret adımının çevresine cesaret yaydığını bilmeyen yoktur. Kötülük gibi, cesaretin de bulaşıcılığı, gönülleri cesaretlendirenin imrenme olduğunu düşündüren çok gözlem var.
Gönül inşaatı müteahhit işi değildir, kazancı var diye başkasının üzerine yıkıp öte yanda kendi bildiğimizi okumakla gönül yapıcı olunmaz. Gönül, içten gelmeden yapılanı, göstermelik ustalığı, pazarlıkla girişilen işi er geç sezer. Gönül çeksin, gönüllü olunsun istiyorsak, hiç de sıradan olmayan işlerde o insanın yarattığı farkı önemsediğini belli ede ede takdir etmek, keyif almasını sağlamak, imrendirici, can çektirici yanları öne çıkarmak ve insanı o çevrenin yapıcısı, temel bir parçası kılmak işe yarayabilir. Ya takdir yerine küçük, önemsiz, sıradan görme; imrendirme yerine bezdirme; aidiyet yerine yabancılaştırma; keyif aldırma yerine keyif kaçırma olursa, gönül inşaatı tamamlandı sandığımızda, ayakta kalan bir şey olur mu?
Not: Bu yazı ilk kez 3 Ocak 2020 tarihinde Sinan Kayalıgil’in kişisel blogunda yayımlanmıştır.