Muğla’nın Ula İlçesine bağlı Kızılağaç Mahallesindeki Gülgün Çiftliği, Hüsniye ve Osman Gülgün tarafından işletiliyor. Gülgün Çiftliği ile Slow Food Gökova Pazarında tanıştık; tezgâhtaki davetkâr görünümlü meyveleri, sebzeleri tadınca lezzet duygumuzu geri kazandık! Gülgün çiftinin gösterdiği özeni anlatmak kolay değil. Bir düşünün, pazara içi boş ceviz getirmemek için cevizleri hassas terazi ile tek tek tartıyorlar. Onların verdiği emekten, üretime olan sevgi ve bağlılıklarından çok etkilendik ve daha yakından tanımak istedik. Bir kış günü Gülgün Çiftliğini ziyaret ettiğimizde ortaya bu harika söyleşi çıktı.


Ürettikçe insan kalıyoruz. Üretimden uzaklaştıkça da hızlı bir şekilde özümüzden uzaklaşıyor ve sürüleşiyoruz.

Sizi tanıyabilir miyiz?

O.G: Emekli coğrafya öğretmeniyim. Meslek hayatımın son 11 yılında Muğla Anadolu Lisesinde çalıştım. Muğla’dan önce eşimle birlikte Tekirdağ ve Afyon illerimizde görev yaptık. 2016’da emekli olduk. Aslında ikimiz de çiftçi çocuğuyuz. Göçebe hayvancılık yapan dedemler 1940’larda yerleşik tarıma geçmişler. Eşimin ailesi de Trakya’da büyük bir çiftçi.

H.G: Emekli biyoloji ve sağlık öğretmeniyim. 26 yıl öğretmenlik yaptım. Ailem 1.000 dönüm kadar bir alanda ayçiçeği ve buğday yetiştiriyordu. O nedenle tarıma çok yabancı değilim.

Çevremize örnek olabilmek istedik.

Çiftçiliğe ne zaman ve nasıl başladınız?

O.G: 2002 yılında öğretmenliğin yanında çiftçiliğe başladık. Öğretmen olmaktan kaynaklı biraz boş zamanımız vardı. Ayrıca burası Muğla’ya oldukça yakın. Dersten çıkıp buraya gelip tarla sürebiliyordum. Çiftçiliğe başlamamızın iki nedeni vardı. İlki, ardı ardına üniversiteye giden çocuklarımızın masraflarını iki öğretmen maaşıyla karşılayamamaktı. İkinci ve daha altta yatan neden ise çevremize bu konuda da örnek olabilmekti. Köylünün genel bir yapısı vardır; görerek öğrenir. Bu bölgede yapılan çiftçilik eski usullerle, babadan görme yöntemlerle yapıldığından birim başına verim çok düşük, elde edilen ürünün de niteliği düşüktü.

Öğretmenlik ve çiftçilik farklı ama çok da farklı değil.

Tarım ile uğraşan ailelere sahip olsanız bile öğretmenlikten çiftçiliğe geçmek kolay olmasa olsa gerek. Zorlanmadınız mı?

H.G: Bitkiden anlıyorum. Yaprağı, çiçeği, tohumun nasıl çimleneceğini ayrıntılarıyla biliyorum çünkü 25 yıldan fazla bunları anlattım. Burayı benim uygulama alanım olarak değerlendirebilirsiniz. Yıllarca öğrettiklerimin bir çeşit laboratuvar çalışması gibi düşünebilirsiniz. Evet, öğretmenlik ve çiftçilik farklı ama çok da farklı değil. Hareketi de seviyorum! Burada bilgimi uygulamaya aktarıyorum ve bol bol hareket ediyorum. Eşim coğrafya öğretmeni; havadan, topraktan ve iklimden anlıyor. Buluşmaya bakar mısınız!

Temel ürünümüz zeytinyağı ve sofralık zeytin.

Gülgün Çiftliğinde neler üretiyorsunuz?

O.G: Çiftliğimiz yaklaşık 40 dönümlük bir alana sahip. Temel ürünümüz zeytinyağı ve sofralık zeytin. Yaklaşık 400 zeytin ağacımız var. Bunların 300’den fazlası bu bölgenin yerel türü olan yağlık Memecik zeytini. 85 ağaç kadar da İspanya kökenli manzanilla zeytinimiz var. Bu bölgenin en iyi sofralık zeytinini veren Manzanilla ağaçlarını Bornova Zeytincilik Araştırma Enstitüsünün önerisi üzerine 1999 yılında dikmiştik.

70 ağaç civarında 3 tür incirimiz var. Çoğunluğunu Aydın inciri olan “sarı lop” olarak bilinen incir oluşturuyor. Bunun yanında 16 tane “Bursa siyahı”, 8 tane de “güz yeşili” dediğimiz incirimiz var. İnciri daha çok sofralık, taze incir olarak satıyoruz. Çünkü burada incir, Menderes Ovasına ya da Gölova’ya göre geç olgunlaşır. Meyveler olgunlaştığında sonbahar çiğleri düşmeye başlar. Bu yüzden kuru incir yapamayız, çok riskli.

İncirin dışında 50-60 tane ceviz ağacımız var. Cevizlerimiz de 3 farklı türden oluşmakta. Yalova-4, Yalova-6 dediğimiz türler var. Bunlar iri, içleri kahverengi ama çok lezzetli, yağlı cevizlerdir. Onun yanında isminin ne olduğunu bilmediğimiz yerel ırklar var.

H.G: 1999 yılında cevizleri dikerken aşılı ceviz yoktu. O yıl Karabörtlen Orman Çiftliğinden alıp diktiğimiz cevizlerin türünü bilmiyoruz, o yüzden onlara yerli ceviz diyoruz.

Üzüm bağımızda kaybolmaya yüz tutmuş yerel türleri 3 – 5 asma da olsa koruyoruz.

Zeytin, incir ve cevizin dışında başka neler yetiştiriyorsunuz?

H.G: Bademi çok seviyorum. Sevgili eşimin benim için diktiği 30 tane badem ağacımız var.

O.G: Elli ağaç civarında, halk arasında “Anjelik” olarak bilinen Japon eriğinin çok farklı, 9 kadar siyah alt türü olan erik ağaçlarımız var.

İç Anadolu’da Öküzgözü veya Boğazkere üzümü ne ise, İran’da Şiraz üzümü ne ise, Fransa’da Sauvignon ne ise bu bölgede de Katıkara o.

Üzüm bağımızda, kaybolmaya yüz tutmuş yerel türleri 3 – 5 asma da olsa koruyoruz. Bunlar bölgenin klimatik ve coğrafi özelliklerine uyum sağlamış ve çok daha lezzetli türler. Ama 1980’lerde çekirdeksiz olan Sultaniye üzümünün bölgeye hâkim olmasından dolayı neredeyse kaybolmak üzere olan türler. Mesela çocukluğumda pekmezlik üzüm olarak bilinen “Katıkara” üzümü var. Burası eskiden Rumlar ile Türklerin iç içe yaşadığı, Rumların kültürü belirgin olarak etkilediği bir coğrafya. Rumlardan kalan Katıkaranın, bu bölgeye özgü harika bir şaraplık tür olduğunu gördük. İç Anadolu’da Öküzgözü veya Boğazkere üzümü ne ise, İran’da Şiraz üzümü ne ise, Fransa’da Sauvignon ne ise bu bölgede de Katıkara o. Ondan 25 kök daha çoğalttım. Onun dışında “Beylerce” üzümümüz var. Trakya’da çok benzeri vardır; “Kınalıyapıncak”. Beylerce, Kınalıyapıncağa çok benzer bir tür ve çok lezzetli, aromatik bir üzümdür ama bu bölgede nesli kaybolmak üzere. Yine “Çavuş” üzümü bu bölgeye özgü üzümlerden birisidir. Bu türleri koruyoruz.

Üzüm bağını tellerle yapılan yeni sisteme almadık, eski omça tipinde tutuyoruz. Telli dediğimiz modern sistemde asma başına aldığınız verim, ikiye üçe katlıyor ama verim arttıkça bu sefer lezzet ve aroma düşüyor. Eski sistemle kök başına 10 kilodan daha az ürün alıyoruz.

H.G: En çok sofralık, çekirdekli Kardinal üzümümüz var. Sofralıkta en kaliteli üzüm diyebilirim. Üzümü de sofrada, taze yiyecekseniz siyah üzümü tercih etmelisiniz.

O.G: Üzümü taze satmaya özen gösteriyoruz. Satılmayanları kuru üzüm olarak değerlendiriyoruz çünkü Kardinalin kuru üzümü aromasıyla her şeyiyle mükemmel. Kurutmayı kendimiz yapıyoruz. Köyde yazın nem oranı düşük ve esin var. O nedenle hem gölgede hem de güneşte kaliteli kurutma yapılabiliyor.

Bunların dışında giderek azalan sebze üretimimiz de var. Bir dönem atalık tohumdan sarı buğday ürettik. Sarı buğday unu yaptık ama açıkçası satışta başarılı olamadık. Atalık tohumdan mısır ürettik ama onu da bıraktık. Atalık tohumlar verim olarak yeni türlerden çok çok geride. Oysa birim başına yaptığınız emek ve masraf aynı. Sonuçta elde ettiğiniz ürünü 2 katı fiyatla satmanız gerekiyor ki piyasa koşullarında bu mümkün değil. Bu yüzden sürdürebilirlikte sorun yaşanıyor. Bu koşullarda, tarım alanındaki ekonomik yaklaşımlarla ülkemizde atalık tohumla üretim yapmak ve o işten para kazanmak mümkün değil.

Fotoğraflar Gülgün Çiftliği Instagram hesabından alınmıştır (https://www.instagram.com/gulgunciftligi/).

Verim arttıkça lezzet ve aroma düşüyor.

Üzümü anlatırken verim arttıkça lezzetin azaldığından söz ettiniz. Tarım endüstriyelleştikçe lezzet pahasına verimin tercih edildiğini söyleyebilir miyiz?

O.G: Evet, cevizden de örnek verebilirim. Kaliforniya kökenli Chandler cevizinin içi beyazdır bu nedenle albenisi yüksektir ama lezzet olarak çok altlarda kalan bir tür. Lezzeti yavan oluyor çünkü ağaç başına verimi çok yüksek. Nasıl beslerseniz besleyin diğer cevizlerin aromasını alamıyorsunuz. Verim yüksek olduğundan bu işi ticari olarak yapmak isteyen herkes ona yöneliyor.

Butik, atalık tohumlara ve yerel türlere değer veren üretim yapıyoruz, iyi tarım yöntemini uyguluyoruz.

Gülgün Çiftliğinde hangi üretim yöntemini uyguluyorsunuz?

O.G: Bizim buradaki üretimimiz genel anlamda butik olarak tanımlayabileceğimiz bir üretim; atalık tohumlara ve yerel türlere değer veriyoruz, onları korumaya çalışıyoruz. İyi tarım yöntemi uyguluyoruz. İyi tarımda pestisit, fungisit gibi zirai ilaçlar kullanılabiliyor. Ancak buradaki temel koşul şu: Bir defa, kullandığınız ilaç o ürüne ruhsatlı olacak. Yani ruhsatı yoksa o ilacı kullanamazsınız. Ayrıca, kullandığınız ilacın hasat süresine mutlaka uymanız gerekiyor. Çünkü her zirai ilacın bitki bünyesinden bir atılma süresi var. İyi tarım genel anlamda denetimli bir üretim biçimi. Çiftçi kendisi bu sistemin içine girmek için talepte bulunuyor. Denetimler İl Tarım ya da İlçe Tarım tarafından yapılıyor. Ziraat Mühendisleri Tarım Bakanlığı tarafından bildirilen ürünlerden numune alıp analiz için laboratuvara gönderiyorlar. Sisteme kayıtlı çiftçilerin denetime girecekleri konusunda bir bilgisi olmuyor. Numune alınması aşamasında denetimi öğreniyoruz. Eğer ruhsatsız ilaç kullanmışsak, doz aşımı varsa ya da hasat süresine uymamışsak; bunların hepsi ortaya çıkıyor ve bunların ciddi yaptırımları var.

Bu bölgede organik tarım neredeyse mümkün değil.

Neden organik tarım yöntemini kullanmıyorsunuz?

O.G: Yaklaşık 12 yıl önce özellikle zeytinde organik tarıma geçmek istedik. 1 yıl kadar uyguladık ama olabilirliği yoktu. Neden olabilirliği yoktu derseniz, bu bölge en az 50 – 60 yıldır entansif (yoğun) tarımın yapıldığı bir coğrafya. Bu sadece Muğla için değil, bütün kıyı Ege, kıyı Akdeniz için geçerli bir durum. Uzun yıllardır, yoğun bir ilaçlı tarım yapıldığından buradaki doğal dengeler birçok anlamda bozulmuş durumda. Örneğin ilaçlamalar yüzünden zararlı böcekleri ortadan kaldıran yararlı böcekler de büyük ölçüde yok edilmiş. Bölgedeki topraklar makro ve mikro elementler açısından çok zayıflamış çünkü bitkiler topraktaki çinkoyu, potasyumu ve magnezyumu uzun yıllardır kullanıyor. Bu anlamda topraklarımız zayıflamış, fakirleşmiş. Ayrıca yoğun yerleşim yüzünden trafik çok yoğun; egzoz gazları organik tarım için bir engeldir.

Bütün bunlara baktığınız zaman dar alanlarda tarım yapıldığı için bu bölgede organik tarım neredeyse mümkün değil. Ancak Yılanlı mevkii dediğimiz Muğla’nın üstündeki biraz daha çevreden uzak, korunaklı alanlarda belki yapılabilir. Bu da bizi daha çok iyi tarıma yöneltti. Çünkü insan sağlığı artık çok önemli. Sizin ürettiğiniz bir üründen insanların sağlık kazanması gerekir eğer sizin ürününüz o insanın sağlığını tehdit eder durumda ise o üretimin bir anlamı da yoktur. Biz ilke olarak kendi tüketmediğimiz bir ürünü kimseye satmıyoruz. Eğer o ürün kullandığımız zirai ilaç nedeniyle bize zarar verecekse o ürün pazara gitmeyecektir.

Bir tüketicinin, üreticinin zirai ilaç kullanıp kullanmadığını, kullandığı ilacın o ürüne ruhsatlı olup olmadığını, uygun dozu verip vermediğini ve hasat süresine uyup uymadığını sorgulamasını beklerim.

Tüketicilerin üreticilerden beklentileri çok yüksek. Haklı olarak sağlıklı gıdaya ulaşmak istiyorlar. Bilinçli bir tüketici, üreticiden ne beklemeli? Üreticiye neler sormalı, neleri talep etmeli?

O.G: Bir tüketicinin, üreticinin zirai ilaç kullanıp kullanmadığını, kullandığı ilacın o ürüne ruhsatlı olup olmadığını, uygun dozu verip vermediğini ve hasat süresine uyup uymadığını sorgulamasını beklerim. Tarımsal üretimdeki en hassas nokta bu; hormondan, gübreden vesaireden çok çok öncelikli olarak sorgulanması gerekir.

Üretilen bütün tarım ürünlerinin hasatının doğru yapılması, doğru saklanması, doğru ambalajlanması, doğru koşullarda pazara ulaştırılması da ön sırada düşünülmesi gereken bir problem. Bu konuyu zeytinyağı üzerinden açmak istiyorum. Ülkemizdeki yağların yüzde 85-90’ı bozuk yağ statüsündedir.  Bu da toplama ve zeytinyağına dönüştürme aşamasındaki hatalarla ilgilidir. Ayrıca saklama koşulları da son derece önemlidir.  Zeytinyağı özellikle güneşe ve havaya karşı çok hassas bir üründür. Havayla temas zeytinyağı içindeki yararlı asitlerin oksidasyon sürecine girmesine yol açar ve zeytinyağını hızlı bir şekilde bozar. Güneş ışığı da benzeri etkiyi yaratır.

H.G: Burada bir konuyu netleştirmek istiyorum. Zeytinyağı güneş ışığı ile temas ettiğinde bizim için zararlı hale gelmez.  Yağ özelliğindedir, yenmesinde ya da yemek yapılmasında bir sakınca yoktur. Ama yararlı özelliği azalmıştır.

O.G: Biz zeytinyağını krom nikel tanklarda, karanlık odada tutuyoruz. Fabrikadan geldiği gibi o krom nikel tanklara doluyor, orada bir süre dinlendikten sonra laklı tenekelere dolum yapıyoruz ve tüketiciye sunuyoruz ki doğrusu da bu.

Ülkede hunharca zirai ilaç kullanılıyor.

Tüketicilerin sorgulaması gereken konular arasında zirai ilacı ilk sıraya yerleştirdiniz. Zirai ilaçlar neden bu denli önemli?

O.G: Çünkü ülkede hunharca zirai ilaç kullanılıyor. Zirai ilaç kullanmanın amacı bitkiyi hastalıktan korumaktır. Örneğin deneyimli bir çiftçi mildiyö hastalığının üzüme hangi klimatik koşullarda gelebileceğini zaman olarak kestirebilir. Hastalık gelmeden o dozun çok daha azında ilaçlama yaparsanız o böcek bitkinize gelmez. Hastalık başladıktan sonra onu tedavi etmek gerçek bir çözüm değil, ciddi bir ürün kaybı oluyor. Çok kez, defalarca aynı ilaçları uygulamak zorunda kalıyorsunuz ki sağlığa zararlı olmasının yanında çiftçi için ekonomik yıkımdır. Zirai ilaç hastalıktan korumaya yönelik bir kullanılmalıdır ama bizde hastalığı tedavi etmek amaçlı kullanılıyor. Tarım Bakanlığı bu konuda doğru şeyler yapıyor. Tarım Bakanlığı’nda ilgili birimin adı Bitki Koruma Daire Başkanlığıdır.

Koruma dozunda ilaç kullanarak bitkinin hastalanmasını önledik.

H.G: Bitkimiz çok küçükken iki üç yaprağını böcek sardığı oldu. Bütün yapraklarını topladık. İlaçlamadan yeni yapraklar çıkardı, büyüdü gitti. Eşimin de dediği gibi tam doz değil, koruma dozunda ilaç kullanarak bitkinin hastalanmasını önledik.

Fotoğraflar Gülgün Çiftliği Instagram hesabından alınmıştır (https://www.instagram.com/gulgunciftligi/).

İl Tarım Müdürlüğü ile birlikte Ula sarımsağının çoğaltılması ve coğrafi işaretinin alınması konusunda bir proje başlattık.

20 yıldır üretimin içindesiniz. Etraftan merak eden, sizden öğrenmek isteyenler oldu mu bu süre içerisinde?

O.G: Yerel halktan olmadı. Yerel halk bizi deyim yerindeyse taşladı daha çok. “İki öğretmen bunlarla niye uğraşıyor” diye konuşulduğu duyumunu aldık. İl Tarım Müdürlüğü ve İlçe Tarım Müdürlüğünden olumlu yaklaşımlar gördük. Sözgelimi bu yıl İl Tarım Müdürlüğü ile birlikte Ula sarımsağının çoğaltılması ve coğrafi işaretinin alınması konusunda bir proje başlattık. Tarım Müdürlüğünün il taramasında en ari Ula sarımsağı tohumunun bizde olduğu ortaya çıkmış. Bizden 100 kilo tohum satın aldılar ve o tohumu bize bıraktılar. Biz de o tohumları ektik. Ürünün %60’ını biz %40’ını İl Tarım alacak. O %40 ürün de tohum olarak başka çiftçilere dağıtılarak Ula sarımsağının yaygınlaştırılması sağlanacak. Kıymetli bir ürünün çoğalmasına küçük bir katkımız olursa ne mutlu!

İl Tarım Müdürlüğünden gelen arkadaşlar ile zeytin bahçemizi gezdik ve zeytin üretimi konusunda onlarla uzun uzun bilgi paylaştık. Bunlar kıymetli. Bu iş, günün sonunda psikolojik olarak da bizi besliyor. Benden siyah zeytin alan İstanbul’da öğretim görevlisi bir hanımefendi telefonda, “Ben hayatım boyunca bu kadar güzel zeytin yemedim, elinize, emeğinize sağlık!” dedi. İşte bu insana yetiyor.

Slow Food Pazarına tabii ki olumlu bakıyorum ve yaygınlaşması gerektiğini düşünüyorum.

Slow Food Gökova Pazarının üreticilerinden biri olduğunuzu biliyoruz. Bu tarz pazarlara nasıl bakıyorsunuz? Bunların yaygınlaştırılması faydalı olur mu?

O.G: Başından beri Slow Food Gökova Pazarına destek oldum. Tabii ki olumlu bakıyorum ve yaygınlaşması gerektiğini düşünüyorum. Temiz gıda üreten ile üretmeyenin ayrıştırılması gerekiyor. Slow Food, öncelikle bu ayrışmayı sağlıyor. Eğer Slow Food pazarında stant açmışsan güvenilir bir üreticisin anlamına geliyor. Bilinçli tüketici bu pazarlara gelip güvenle alışveriş yapıyor. Bu kıymetli. Bilinçli üretici ile bilinçli tüketici karşı karşıya gelince pazar bile keyifli hale geliyor. 🙂 Tüketiciden saygı görmek istiyorsunuz çünkü değerli bir iş yapıyorsunuz. Slow Food Pazarına gelen tüketici üreticiye gerçekten saygı duyuyor.

Tarımda küçük bir üreticiler hangi temel sorunlarla karşı karşıya?

O.G: Batılı ülkelerle ya da Kuzey Amerika ile kıyasladığınızda ülkemizde çalışan nüfus içinde tarımdan geçimini sağlayanların oranı hâlâ çok yüksek. Bu da ülkemizdeki çiftçilerin çoğunun küçük çiftçi statüsünde olduğunu gösterir. Aslında küçük üretici olarak biz şanlıyız, iyi bir pazara yakınız. Doğrudan tüketiciye gerek kargoyla gerekse pazarda yüz yüze ürünümüzü satıyoruz. Ayrıca bu bölgede bizim ürettiğimiz ürünleri alabilecek, ekonomisi buna el veren insanların oranı da yüksek.

Ülke genelinde küçük üreticilerin büyük bir kısmı ürünlerini aracıya vermek zorunda.

H.G: Yaz sezonunda Akyaka, Marmaris çok kalabalık oluyor, talep artıyor. Yakınlık ve yolların güzel olması sebebiyle pazara kolayca erişebiliyoruz.

O.G: Ülke genelinde küçük üreticilere baktığınız zaman bunların büyük bir kısmı doğrudan pazara ya da kent pazarına bu tür ürünü verebilme koşuluna sahip değil. Ürünlerini aracıya vermek zorundalar. Bu ürünleri aracıya sattığınız zaman benim sattığım fiyatın yarısı kadar ancak elinize geçer.

Özellikle son iki yılda küçük çiftçiyi mahveden temel faktör, tarımsal girdilerin neredeyse 5 kat yükselmesi.

Bunun dışında özellikle son iki yılda küçük çiftçiyi mahveden temel faktör, tarımsal girdilerin neredeyse 5 kat yükselmesi; buna karşılık ürün fiyatlarının 2 kat bile artmamasıdır. Örneğin önceki sezon ceviz toplarken 200 lira yevmiye ödedim, bu sezon ceviz toplarken 600 lira yevmiye ödedim. Akyaka Pazarında 7 liraya salatalık sattığım yaz, 1 litre mazotun fiyatı da 7 liraydı. Bu yaz salatalık ortalama 20 liraya satıldı; 20 lirayla yarım litre mazot alabildik. 2 – 3 yıl önceye kadar zeytinyağı tenekeleri bizim için bir maliyet değildi. Şu an cep yakıyor.

Dengesiz bir yaşam türedi.

H.G: Şöyle bir örnek vermek istiyorum: Mesela biz yıllardır salatalık üretiyoruz. Salatalık ürettiğimiz toprak parçasını, 30 yıl salatalık üretip satsak satın alamayız. Son yıllarda buradaki toprak fiyatları o kadar katlamalı arttı ki! Buradaki toprak arsa değerinde olduğu için fiyatlar çok arttı. Dengesiz bir yaşam türedi.

Küçük çiftçinin küçük çaplı arazisinde yaptığı üretimle ya da hayvancılıkla geçinmesi artık mümkün değil.

O.G: Küçük çiftçinin küçük çaplı arazisinde yaptığı üretimle ya da hayvancılıkla geçinmesi artık mümkün değil. Ekonomik olarak daralan çiftçi artık “Ben çiftçilik yaparak çocuğumu okutamam, evlendiremem. Toprağımın bir kısmını satayım çocuğuma bir iş kurayım, bir ev alayım, onun üniversite eğitimini karşılayayım” bakış açısına sahip. Bu zeytinlikler konusunda da aynı. Çiftliğin dışında bir yerde 20 dönüm bir zeytinliğimiz var. Bugün orayı biz arsa niyetine satmaya kalksak orada zeytinyağından 100 yılda elde edeceğim parayı bir çırpıda alırım. Zeytinlik sahipleri de zeytin kanunu değişsin, zeytinlikler imara açılsın, biz de satalım diye bekliyor. Mülk sahiplerinin genel bakış açısı bu. Entelektüel kesim tam tersini düşünüyor, zeytinliğin sahibi ise satılmasını istiyor. Hatta yavaş yavaş tarlasındaki zeytin ağaçlarını kesip zeytin tarlasını zeytinlik vasfından çıkarmaya çalışan insanlar biliyorum. Arsaya dönüşmeyecek araziler için ise daha farklı senaryolar dolaşıyor. Büyük şirketlerin, özellikle yabancı sermayenin küçük çiftçinin elindeki toprakları toplayarak Batılı anlamda modern tarıma geçme durumu senaryoları var.

H.G: Küçük çiftçi mi desteklenmeli yoksa küçük çiftçiler birleşip daha büyük bir yapı mı oluşturmalı? Bunların konuşulup tartışılması gerekiyor.

Kooperatif ya da kolektif üretim çiftlikleri tek çözüm olarak görünüyor.

Bu süreci kooperatifleşmeyle aşmak mümkün olur mu?

H.G: 40 dönüm arazimiz için 1 traktör tutuyoruz. Aslında bir traktör 400 dönüm işleyebilir. Birleştiğiniz zaman ortalama maliyetler düşüyor. Acaba biz illa küçük çiftçi mi demeliyiz?

O.G: Bizim köye 5 traktör yeter ama 100 traktör var. 95 traktörün satın alma ya da bakım maliyetini düşünün. Kooperatif ya da kolektif üretim çiftlikleri tek çözüm olarak görünüyor. Genel eğilim, bu tür kooperatiflerle küçük üretici faydalansından ziyade büyük firmalar bundan yararlansın bakış açısına döndüğü için de böyle bir evrilme ne yazık ki gerçekleşemiyor.

H.G: Ürünü işlemek çok önemli. 2 yıl önce eriğin kilo satış fiyatı 10 liraydı. Erikten pestil yaptım, çok hoş bir şey oldu. Kilosu 300 liraya satıldı. Pestilin tamamını sattım, talebe yetişemedim.

Kimse bir şey yapmasın ama her şey çok olsun!

Neden daha çok üretmediniz?

H.G: Evde oturan kadınları toplayıp daha çok üretebilirdim. Ama insanların kafası buna çok uygun değil. Evde oturmak istiyor, buraya gelip çalışmak istemiyor. Böyle bir sistemin içindeyiz. Kimse bir şey yapmasın ama her şey çok olsun!

Yaşımız ne olursa olsun, ekonomik seviyemiz ne olursa olsun bir şekilde üretimin içinde olmak zorundayız.

O.G: Bilinçli bir üretim yapmak insana özgü bir eylemdir. Ürettikçe insan kalıyoruz. Üretimden uzaklaştıkça da hızlı bir şekilde özümüzden uzaklaşıyor ve sürüleşiyoruz. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Biz çiftçilikle uğraşmasak da yaşamımızı idame ederiz. Zengin olmak gibi bir derdimiz yok ama üretmek istiyoruz. Biz bitkiyi seçtik, bir başkası da başka bir şeyler yapabilir. Yaşımız ne olursa olsun, ekonomik seviyemiz ne olursa olsun bir şekilde üretimin içinde olmak zorundayız. Bu anlayış ne yazık ki ortadan kalktı. Bu ülkede son 20-25 yıldır insanlar üretimden hızlı bir şekilde uzaklaştırıldı. Topluma öyle bir algı, anlayış yayıldı ki şu anda kimse tarla, hayvancılık işlerinde çalışmak istemiyor. Yabancı uyruklular olmasa çiftçilik hayvancılık alanında üretim yapacak insanımız yok.

H.G: 22 – 25 yaşına kadar üniversitede okuyan gençlerin tarım ve hayvancılığa ilgisini sıfırlamış oluyoruz. Üniversite mezunları bir süpermarkette çalışmayı kabul edebiliyor ama tarımda çalışmayı kabul etmiyor. Ziraat mühendisleri bile arazide değil masa başında çalışmak istiyor.

Ülke olarak kıtlık yıllarına doğru hızlı adımlarla gidiyoruz.

O.G: Şu an tarım ve hayvancılık yapan insanlar 60 yaş ve üstü. Ben 60 yaşındayım daha kaç yıl daha bu performansla çiftçilik yapabilirim? Ben ve eşim elimizi çektiğimiz anda bu üretim bitecek. Çocuklarımız çok büyük ihtimalle devam ettirmeyecekler çünkü buradan geçimlerini sağlamaları mümkün değil.  Ülke olarak 3 – 5 yıl içerisinde bu ürünleri bulamama riskiyle karşı karşıyayız. Kıtlık yıllarına doğru hızlı adımlarla gidiyoruz.

Aldığınız ürünleri değerlendirin; alıp da buzdolabında unutmayın.

Sosyal Ekonomi okuyucularına bir mesajınız var mı?

H.G: Biz veya başkası sebze ve meyveleri üretmek için en az 3 ay çoğu kez daha fazla zaman harcıyoruz ve her şeyi sevgiyle üretiyoruz. Aldığınız ürünleri değerlendirin; alıp da buzdolabında unutmayın. Onu değerlendirmeyecekseniz almayın, değerlendirebilecek başka bir kişi alsın.

Bir üretici olarak tüketiciden bu emeğe saygı bekliyoruz.

O.G: Eşimin dediği gibi bir sebzenin bir meyvenin tabağa gelmesi 1 yıllık emek. Biz önce bir üretici olarak tüketiciden bu emeğe saygı bekliyoruz. Bizden bir ürünü alır almaz, biz tüketiciyi müşteri gözüyle görmüyoruz zaten.  Mesele para kazanmak değil çünkü para bir şekilde kazanılır. Yaptığımız işin değerli olduğunu düşünüyoruz ve bu değere saygı bekliyoruz.

Kooperatifler, Slow Food gibi yerel üretimlerin tüketilmesine yönelik her türlü çaba bizler için çok değerli çünkü ülkemizin buna ihtiyacı var.

Kooperatifler, Slow Food gibi yerel üretimlerin tüketilmesine yönelik her türlü çaba bizler için çok değerli çünkü ülkemizin buna ihtiyacı var. Tüketicilerin Slow Food, yerel gıda ağları gibi yerlerden alışveriş yaparak oradaki üreticileri desteklemesi çok değerli olur.


Not: Söyleşinin ses kaydını çözümleyen Çağnur İşler’e teşekkür ederim.

Kategori(ler): Söyleşiler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


The reCAPTCHA verification period has expired. Please reload the page.