Topluluk halinde karar verdiğimiz durumlarda, üzerinde ciddiyetle düşünmemiz gereken bir konu var: Karar verme yöntemleri. Uyumlu ve işbirliği içinde bir ekip çalışmasını sağlamak adına her topluluk üyesinin sesinin duyurabileceği bir karar verme yönteminin seçilmesi varılacak kararın “en doğru” karar olması kadar önemlidir.
Tek başımıza karar alırken, karar verme sürecinden en büyük beklentimiz “en doğru” kararı vermemizi sağlamasıdır. Benim en doğru karara ulaşmak için son derece etkili bir yöntemim var. İlkokul öğretmenimden öğrendiğim bu muhteşem yöntem çok basit. Önümüze bir soru geldiğinde şunu yaptırırdı: Önce kırmızı kalem ile altını çizerek Verilenler yazdırırdı, bu kelimenin altına elimizde olan tüm verileri yazardık. Sonra yine kırmızı kalem ile altını çizerek İstenenler yazdırırdı, buraya da sorunun çözümünde ulaşmak istediğimiz sonucu yazardık. Bu iki bilgiyi en üstte yazdıktan sonra Çözüm başlığının altında soruyu çözmeye başlardık.
Bu basit yöntemi yöneticilik günlerimde hep kullandım ve pek çok toplantının ve pek çok kişinin bu basit yönteme bu kadar uzak olmasına da hep şaşırdım. Oysaki bu yöntem hem bizi sebep sonuç ilişkilerini kurarak sorunun çözümüne dair formülü bulmaya yönlendiriyor hem de çıktı olarak ne beklediğimizi net olarak ifade etmemizi sağladığı için odağımızın kaybolmasına engel oluyor. Bu yöntemle ilerlemek karar verme sürecimizi önemli ölçüde iyileşebilecek olmakla birlikte, topluluk halinde karar verdiğimiz durumlarda üzerinde ciddiyetle düşünmemiz gereken bir konu daha var: Karar verme yöntemleri. Uyumlu ve işbirliği içinde bir ekip çalışmasını sağlamak adına her topluluk üyesinin sesinin duyurulabileceği bir karar verme yönteminin seçilmesi kararın “en doğru” karar olması kadar önemlidir.
Topluluklar söz konusu olduğunda karar verme yöntemlerini Ted Rau’nun makalesi “Decision-making methods: a comparison” çok güzel şekilde inceliyor. Bu yazından ilhamla seçeneklerimizi ve günlük hayattaki karşılıklarını ele almak isterim.
Otoriter kararlar
Yöntemlerden en eskisi ve belki de bu nedenle -maalesef- ilk akla geleni otoriter karar vermedir. Güç tek bir kişide toplandığında, bu kişi diğerlerinin ne düşündüğünü dikkate alma ihtiyacı duymadan karar verebilir. Ailemizde, işyerlerimizde, okullarımızda bu tip kararların alındığını sıklıkla görmüşüzdür. O nedenle biliriz ki yöntem bu olduğunda, kararda sözü geçmeyenler kararı sabote etmek için sessiz bir direniş gösterebilirler. Hangimiz anne babamız bir işi bize zorla yaptırmaya çalıştığında imkânımız var ise kaytarmadık? Hangimiz karar alırken bize danışmayan yöneticimizin arkasından konuşmadık? Bu nedenle mutlak güce sahip bir zorba değilsek -aslında öyle olduğumuz durumlarda dahi-karar vermek için ilk tercihimiz otoriter karar verme yöntemi olmamalı.
Bununla birlikte kimi kriz anlarında, süre baskısı varken ve bizim konu ile ilgili bilgimiz kısıtlı iken tek ihtiyacımız olan tüm sorumluluğu alarak, tek başına karar verecek uzmanlığa sahip bir kişidir. Bir arama kurtarma çalışmasını düşünelim: Belli bir çalışmanın yapılmasının hayati olduğunu söyleyen konusunda çok deneyimli kişiye görüşleri dikkate alınmadığı için sitem edecek kişi sayısının oldukça az olacağını düşünüyorum. Elbette kriz yönetim dönemleri normalin dışında kalan durumlardır ve otoriter karar verme yöntemine ilişkin genel düşüncelerimizi değiştirmesine gerek yoktur.
Oyçokluğu
Topluluklar için başka bir karar verme yöntemi ise çoğunluğun oyunun aranmasıdır. Oyçokluğundaki en büyük tehlike, seçeneklerin önümüze A ya da B olarak sunulmasıdır. En başta A ya da B seçeneklerinden birinin aradığımız sonuç olduğuna kim karar veriyor? Gönlümüzde yatan C’ye ve hatta Z’ye ne oldu? Üstelik A ile B arasında seçim yaptığımızda seçeneklerden birini tümden kabul edip, diğerini tümden reddetmek zorunda kalırız. Sonuç olarak yine kazananlar ve kaybedenler olur. Kazananlar bir sonraki seçimde de kazanmak için, kaybedenleri baskı altında tutmak isterler. Bu nedenle çoğunluk oyu “çoğunluğun tiranlığı” olarak adlandırılır
Oyçokluğunun yetersizliğini daha iyi ifade etmek için şöyle bir durum hayal edelim: A ve B seçeneklerinden birini seçmek üzere çoğunluk oylaması yapacağız. Grubun %55’i A’nın daha iyi bir seçenek olduğunu düşünüyor ve A seçeneği için oy verecek; bu grubun %60’ı B’nin de çok kötü bir seçenek olmadığı inancında. B seçeneği için oy verecek olanların %70’i ise A seçeneğinin “korkunç derecede kötü” olduğuna inanıyor. Bu durumda oylama sonucu A çıktığında, bu sonuç topluluğun gerçek isteklerini ne derecede yansıtabilmiş olacak?
İdeal yöntem olmasa bile zamanımızı daha etkin kullanmak adına kritik önemde olmayan, topluluğun faydası ile ilgisi çok sınırlı olan, daha çok bireysel tercihler ile ilgili ve topluluk üyelerinin seslerini duyuramadıklarına dair olumsuz duygular hissetmeyeceği konularda, uygun açıklama ile oyçokluğu yönteminin hâlâ kullanılabileceğine inanıyorum. Mesela kooperatif binasının boyanması için üç renk seçeneği olsun. Bunun için özellikle toplanmaya gerek kalmadan alternatif renkler çok hızlı şekilde oylanıp, alınan kararla ilerlenebilir.
Oybirliği
Başka bir seçenek olarak çoğunluk oyundaki olumsuzluğu ortadan kaldırmak için karar alma sürecimizi oybirliği üzerine kurabiliriz. Bu şekilde diğer seçeneği “korkunç derecede kötü” bulan kişilerin zorla bu kararı kabul etmelerine engel olabiliriz. Ted Rau bu seçeneği start-up şirketler ve kooperatifler için uygun buluyor. Oybirliğine gidildiğinde hiçbir birey istemediği bir seçeneği kabul etmek zorunda kalmaz. Herkesin bu anlamda mutluluğu garanti altına alınmakla birlikte, bu sefer de azınlıklara hayal edemeyecekleri bir güç verilmiş olur ki oybirliğinin “azınlığın tiranlığı” olarak tanımlandığını duymak hiçbirimizi şaşırtmayacaktır.
Yaşamsal risklerini ortadan kaldırmak için bir an önce kentsel dönüşüm konusunda ilerlemek isteyen bazı mülk sahipleri, sonrasında yasal sorun yaşamamak adına oybirliği ile karar vermeyi istediklerinde deprem tehlikesi konusunda hassasiyeti düşük ve binanın kentsel dönüşümünü daha çok bir rant projesi olarak biçimlendirmeye çalışan tek bir komşularının müteahhitten imkânsızı talep etmesi nedeni ile kentsel dönüşüm planlarını bir kenara bırakmak zorunda kalabilirler. Tek bir mülk sahibi, kalan mülk sahiplerinin hakları üzerinde muazzam bir güce sahip olur.
Yapısızlık
İdeal yönteme gelmeden evvel, Ted Rau’nun makalesinin bana hatırlattığı, çalışma hayatımda en sık karşılaştığım yönteme de bir değinmekte fayda var: Yapısızlık. Kurumsal firmalarda beklenenin aksine, karar toplantılarının büyük çoğunluğunda kararın nasıl alınacağı tarif edilmemiştir. En iyi düzenlenmiş toplantılarda dâhi tek bir seçenek için “evet” ya da “hayır” kararının verilmesi istenir ya da birden fazla seçenek artı ve eksileriyle sunulur ve bunların arasından bir seçim yapılması istenir. Hiyerarşide en yüksek pozisyonda yer alan kişinin son sözü söylemesi beklenir. En iyi senaryoda bu kişi oylama yapmayı tercih edebilir (oylama sonucunu beğenmeyip kendi uygun göreceği kararı vermeye elbette hakkı vardır), doğrudan kendi görüşünü söyleyebilir ya da seçenekleri sunanların kararı vermesini isteyebilir. Eğer bu konumdaki kişi karar vermekten hoşlanmayan biri ise pek çok soru ve yorumdan sonra herhangi bir karar vermeden toplantıyı sonlandırır. Toplantıdan çıkanlar birbirlerine alınan kararın ne olduğunu sorarlar; çoğunlukla herkes kararı farklı bir şekilde anlamıştır. Sonuç olarak güçlü bir alt grup bu kararsızlığı arzu ettikleri kararın alındığı şeklinde yorumlar ve uygun gördükleri şekli ile uygulamaya koyar. Sonuçlar izlenmeye başladığında topluluk bu kararı kimin ve neden aldığını kesinlikle hatırlamayacak durumdadır. Bu “yapısızlığın tiranlığı” olarak da adlandırılır. Şu ana kadar bahsettiğimiz tüm yöntemlerin belli durumlarda işe yarayabileceğini ileri sürmekle birlikte, yapısızlığın faydalı olabileceği durumları aramanın boşuna bir çaba olacağını düşünüyorum.
Rıza yöntemi
Bütün bunlardan sonra ideal olduğunu düşündüğümüz seçeneğe gelelim: Rıza. Blogumuzdaki “Sağlıklı İşbirliği İçin Manifesto: Sosyokrasi ve Kooperatifler” yazısında yer alan tanımı aynen buraya almak isterim. “Rıza “bir ortak, bir oy” kavramının genişletilerek, “bir üye, bir ses” uygulamasına geçiştir… Rıza kimsenin görmezden gelinmediği ve tüm seslerin işitildiği anlamına gelir. Bir teklife itiraz etmek için bir üyenin sesi yeterlidir. İtirazlar, bu itirazları kişisel tercihlerden ayırt etmek için bir çemberin amaçlarına dayanılarak yapılır. Grup, bu itirazın arkasındaki ihtiyaçları ve endişeleri dikkate ele alır. Birlikte, teklifi değiştirirler ve ortak hedefler doğrultusunda çalışmalarını sürdürürler. Yalnızca herkesin onayını aldığımızda ilerleyebiliriz (yani kimse itiraz etmezse)”
Rıza istemek söz konusu olduğunda sorulan soru, oybirliği arandığında sorulan sorudan farklı olacaktır. Bu durumda soru “Ürünlerimizin zincir marketlerde yer almasına evet mi, hayır mı diyorsunuz?” yerine “Çalışma grubumuz ürünlerimizin zincir marketlerde yer almasının kooperatifimiz için faydalı olacağına karar verdi. Bu yönde ilerlememizde size göre bir engel var mı?” olacaktır. Bu durumda bireyler için ideal çözümün ne olduğundan çok, önerilen çözümle ilerlemeye bir itirazlarının olup olmaması önem kazanmaktadır. Rıza ile ilerlemek, bireylerin ideal durumlarının karşılığı olmasa bile karşı olmadıkları ve bu bakımdan tolerans alanları içinde yer alan kararların da alınmasına izin verdiği için geniş bir hareket alanı yaratır. Verdiğimiz örnekte bir grup katılımcı için kooperatifin kendi satış mağazaları aracılığı ile satış yapmak ideal durum olabilir. Bununla birlikte zincir mağazalardan ürünlerin satışına da rıza gösterebilir.
Topluluktan gelen bir itiraz ile karşılaşılan durumlarda ise bu itirazın ne şekilde giderildiği önem kazanacaktır. Çoğunlukla sonuca giden yolu bir kerede almak yerine, önerilen yolda biraz ilerleyip nasıl gittiğine bakmayı önermek ilerlemenin önünü açacak bir seçenek olacaktır. Örneğimize dönecek olursak, zincir mağazaya yapılacak satışların kooperatif için önemli bir finansman ihtiyacına yol açacağına dair haklı bir itiraza karşılık bulanabilecek çözüm sadece tek bir zincir mağazaya bölgesel satış için tek partilik bir satışın yapılması ve bu işlemin nasıl sonuçlar vereceğine bakarak ilerlemek olabilir. Aslında çoğu büyük ürün ve süreç lansmanlarında -itiraz olmasa dahi- kademeli ilerleme iyi bir seçim olacaktır. Çünkü tüm karar verme süreçlerini doğru şekilde takip edip mükemmele oldukça yakın olduğunu düşündüğümüz kararlar aldığımızda bile kararlarımızın bazılarının hatalı olduklarını göreceğiz. Mükemmel bir dünyada yaşamadığımız için, en fazla gayreti gösterdiğimizde bile verilerimiz eksik çıkabileceği gibi sebep sonuç ilişkilerini de hatalı kurmuş olabiliriz. Eğer hata yapmak kaçınılmaz ise bu hataların olumsuz etkilerini asgariye indirmek için yapılacak en iyi şey, kararı aşamalar halinde uygulamak, doğruluğunu kontrol etmek için karşılaştırma ölçütlerini doğru tespit etmek ve beklenmeyen ya da istenmeyen bir gidişat görürsek hızlıca tekrar değerlendirme yapıp kararı yenilemektir.
Kararın kendisi ile ilgili değil de topluluk içinde karar verme yöntemleri ile ilgili sorunlar ise genellikle insan faktöründen kaynaklanacaktır. Belli kişi ya da gruplar kendi savundukları seçeneklere karşı gelecek itirazları grup içindeki güçlerine bir saldırı olarak görebilirler ya da yine belli kişi ya da gruplar topluluk içindeki güçlerinin göstergesi olarak itirazlarını karşı fikirlerle ikna olmamak üzere sunabilirler. Bu tip tehlikelerden kaçınmanın tek yolu topluluk içindeki güveni ve işbirliği duygusunu geliştirecek açık ve yapıcı bir iletişimdir. Elbette bu da başlı başına bir başka yazının konusu olmayı hak edecek ölçüde derin bir konu…
Rıza konusu bana Barack Obama’nın bir röportajını hatırlatıyor. Demokrasiyi şu şekilde tanımlıyordu: “Yüzde yüz haklı olduğunuzu bildiğiniz zaman bile taviz vermek.” Topluluk içinde yaşamak ve işbirliği yapmak biraz da bunu gerektiriyor. Her zaman kendimiz için ideal olanı istemek yerine, ideal bir işbirliğine kavuşmak çok daha kazançlı olabilir.