Zalim kemer sıkma politikaları döneminde, sıradan bir şehir hayal gücüyle direniyor.
Günümüzde yerel yönetimlerin hikâyesi tek kelimeyle özetlenebilir: kesintiler. Sert, hayat değiştiren, geleceğin üzerini çizen, hükümsüz kılan kesintiler. David Cameron, 2010’da kabinede görev aldığından beri İngiltere’de 1000 kadar çocuk merkezi, yerel meclisler tarafından kapatıldı. Sırf geçen yıl, İngiltere’de 130 kütüphane kapanmak zorunda kaldı. Bu, evlerine hapsolan engelliler, düzgün bakımından yararlanamayan yaşlılar ve yaşamımızın bağlı olduğu otobüs hizmetlerinin iptali demek.
Bunlar, nadiren haberlere çıkan haberler. Ulusal gazeteler yerine sokak lambalarına asılan duyurularla duyuruluyor. Cameron ve George Osborne tarihi harcama kesintilerin en ağır şekilde yerel yönetimlerin omzuna yüklenecek şekilde tasarladıklarında, isteklerinin sonucu şuydu: toplu bir öfkeden ziyade ülkenin her tarafında evlere teslim edilen şahsi trajediler. Yine de, hepsi bir araya getirilirse, ülkenin geleceğiyle ilgili iki büyük tahmin yapılabilir.
Birincisi, konseylerimiz bu on yıldan başlangıçtaki durumlarına göre tanınmaz halde çıkacaklar. Boyut, ölçek ve kapsam bakımından küçülecekler. İkincisi, kemer sıkma on yılımızın en büyük kaybı muhtemelen hayal gücü olacak- bu arızalı rejimin alternatiflerinin sadece var olduğu değil, aynı zamanda sadece bizim tarafından kurulabileceği hissi. Bu tahminlerden ilkinin önüne geçmek için çok geç. İkincisi, öte yandan, bence hâlâ defedilebilir. Ve bu kadar umutsuz hissettiren bir politik sistemde hâlâ umudunu korumaya çalışanlar için şunu önermeme izin verin: Preston’a bakın.
Belki zaten bu şehirle ilgili bir iki şey biliyorsunuzdur, mesela nasıl kamu harcamalarında onlarca milyonu yerele getirerek daha çok iş ve refah sağladığı. Bir çalışma, burayı İngiltere’nin en gelişmiş şehri olarak gösteriyor.
Bu sıkı çalışmanın ilk meyveleri görülmeye değer. Tam belediye binasının karşısında yeni ve ödül kazanmış bir pazar var. Pazar, neredeyse tamamen çalışanlarına geçinmeye yetecek reel ücreti ödeyen yerel firmalarla dolu. Bu para, başka bir durumda hiç kuşkusuz, önce Lancashire’dan Londra’daki şirketlere, oradan da yurtdışına akıp giderdi.
Şu ana kadarki hikâye bu ve birçok konsey bunu mutlu bir son olarak kabul ederdi. Orayı tekrar ziyaret ettiğim geçen hafta, bunun Preston için geçerli olmadığını gördüm. Onun yerine, daha da radikal bir serüvene çıkıyorlar. Öncelikle, konseyin bugün işçilerin sahibi olduğu kooperatifler üretmek için bir program başlattığını açıklayabiliriz.
Bunu sosyalist bir yatırımcı teşviki olarak düşünebilirsiniz. Çoğunlukla George Soros’un Açık Toplum Vakfı tarafından sağlanan nakit parayla, şehir, işçilerin sahip olup çalıştırdığı 10 yeni şirkete kaynak ve kirasız mülk sağlayacak. Şehre masrafı nakit olarak 1 milyon £’a denk (bunu konseyin yıllık 20 milyon £’luk bütçesiyle karşılaştırın) bu plan bağımsız olarak yürütülecek ve bir kere çalışmaya başladıktan sonra kooperatiflerin kendi ayakları üstünde durmaları gerekecek. Yeni girişimlere tavsiye verilecek ve birlikte çalışmaları beklenecek ama hiçbirine ne yapmaları gerektiği söylenmeyecek.
Projenin ilhamı, İspanya’nın Bask Bölgesindeki Mondragón’dan geliyor. Bugün dünyanın en büyük kooperatifi olan Mondragón, 1950’lerde, iç savaşın yarattığı yıkımın arkasından kuruldu. Şimdi neredeyse 80.000 çalışanla İspanya’nın en büyük şirketleri arasında, büyük bir market zinciri işletiyor ve tüm dünyaya ihracat yapıyor. Çalışanlar, aynı zamanda işin patronları ve hiç kimse bir başkasının kazandığının altı katından fazlasını kazanmıyor (bunu İngiliz inşaat şirketi Persimmon’la kıyaslayın: eski CEO Jeff Fairburn, altında çalışanların çoğunun 3.000 katı kazanıyordu. Yine de yatırım, harcanan çabanın karşılığını verdi. Preston’un kooperatif planın başındaki Julian Manley, tam da bu değerlerin yeni kurulan bu 10 işletmeye kazandırılmasını istiyor. On yıl içinde Preston’ın küçük bir Mondragón olmasını umuyor: Tamamen yeni bir ekonomiye kaynak olacak bir şehir.
İlk kooperatifler işe koyulduğunda, Preston konsey lideri Matthew Brown ayrıca kuzeydoğuda yeni bir halk bankası açma planları yapıyor. Bankanın 500 milyon £ borç vermesi ve bunun üçte birini bölgedeki küçük işletmelere vermesi düşünülüyor. Banka da kooperatif olarak ve 2008’de çöken bankacılık sitemine karşı çıkan değerlerle işletilecek. Prim vermek, çokuluslu anlaşmalar yapmak ve müşterilere ihanet etmek yerine yerel, güvenilir ve oldukça sıkıcı olmayı hedefleyecek.
Konsey başkanı Tony Benn, nihai amacının ne olduğunu sorulduğunda “Kapitalizme bir alternatif kurmak,” diye cevaplıyor. “Bu şehri ve ülkeyi yüzüstü bırakan kapitalizme.”
2011’de Preston dibe vurdu. Ama sonra kontrolü eline aldı.
Arkasından konuşanlar olsa da, Brown’un hırsından şüphe duyan yok. Diğer şehir konseyleri en değerli hizmetlerini ve binalarını ya iptal edip ya elden çıkarırken, küçük ve çoğunlukla görmezden gelinen bir şehir cesur, yeni kurumlar kuruyor.
Preston’la ilgili özel bir şey yok. İngiltere’nin kalanı kadar hırpalanmış bir yer. Bir o kadar nakde ihtiyacı var. On yıl süren kemer sıkma politikalarından sonra, finanstan sorumlu meclis üyesi Martyn Rawlinson, durumun evlerini sıçanlar sarmış yaşlı bir çiftin şehrin haşere kontrolü için haftalarca beklemesi gerekecek kadar kötü olduğunu itiraf ediyor. O halde neden her kuruş, belediye kaynaklarının tamamı şu deneylerdense hizmetleri korumaya harcanmasın? “Çünkü burada kendimiz için farklı ve daha iyi bir şey inşa ediyoruz,” diye cevap veriyor.
Bu fikirlerin bazılarının hezimete uğramasını tamamen bekliyorum. Diğerlerininse geliştirmesi lazım. Preston yıllık bir karnaval düzenliyor, taksi şoförleri Urduca konuşabiliyor ve dükkân tabelalarının çoğu Lehçe. Buna rağmen, yeni ekonomi modeli şu ana kadar beyaz ve erkek. Ama Rawlinson’un da kanıtlamaya çalıştığı üzere, aynı stratejiyi tekrarlamak sadece aynı hatanın tekrarlanmasını doğurur. Bu bilgi ve buna karşılık verme isteği diğer her yerde yayılıyor. İşte bu yüzden Hartlepool, Preston’u örnek almak istiyor, tıpkı İşçi Partisinin büyük şehir başkan adayı, Jamie Driscoll gibi. Bu yüzden Bristol ve güney batı da halk bankalarına bakıyor. Ve bir yandan Güney Galler hükümeti, sosyal hizmet, iyi okullar ve geniş bant internet servisi gibi yerel halkın ihtiyaçlarına odaklanan temel bir ekonomi fikrine kaynak sağlamaya başladı.
İngiltere’de daha ilerlemeci politikalar isteyenler için karanlık bir dönemden geçiyoruz. Daha başlamadan başarısız olan bir sağ kanat projesinin, Brexit’in tutsağıyız. Hükümetimiz bir feribot servisini kiralamaktan aciz fırsatçılar ve soytarılarla dolup taşıyor. Yine de yeni şeyler deneyip başarılı olsunlar diye mücadele edebilecek bir ülke hâlâ mevcut. Manley’e veda ederken, ona yaşadığı şehirde yeni bir ekonomi inşa etmek konusunda ciddi olup olmadığını sordum. Mondragón kooperatiflerinin vergi indirimlerinden yararlandığına ve tamamen farklı bir politik kültürde kurulduğuna dikkat çektim.
“Doğru ve onlarda hiç bir zaman bir Thatcher olmamıştı,” diyerek bana hak verdi Manley. “Ama onlarda da General Franco vardı ve bombalarla yıkılmış harabelerden yeni bir şey inşa ettiler. Eğer onlar yapabiliyorsa neden biz de yapamayalım? Evet, zor ama ne fark eder?”
Not: Aditya Charkrabortty’nin Guardian gazetesinde 6 Mart 2019 tarihinde yayımlanan yazısından Murat Soysaraç tarafından çevrilmiştir. Erişim