– Canımı dişime takmışam ne iş bulsam çalışıyam günler geçiyi senedin vakti geliyi bu insanoğlunda da hiç insaf kalmamış vallah (…)
İşçiler sırayla yevmiyelerini alırlar ve herkese 300 lira verilirken Kibar Feyzo’ya 100 lira verilir. Feyzo sorar:
-Hepsi bu kadar mı gurban?
-Evet!
-Benimki niye ötekilerden eksik?
– Onlar sendikalı.
– Ben de Harranlıyam!
– Git ulan işine!
-Patron da sendikalı herhal, hemşehrisini koruyi…
Yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın, yapımcılığını Ertem Eğilmez’in yaptığı sinemamızın kültlerinden Kibar Feyzo’da Kemal Sunal’ın alışıldık naifliğiyle kabullendiği emek ve sermaye arasındaki bölüşüm çelişkisini filmden 158 yıl önce Robert Owen (1820), 130 yıl önce Karl Marx ve Friedrich Engels (1848) yazıp tartışmıştı. Bu yazının amacı ise bugünün serbest piyasa kapitalizminde sosyal kooperatiflerin üretim ve bölüşüm ilişkilerine sunduğu alternatife değinmek ve Türkçe yazındaki devasa boşluğu bir nebze doldurmak.
Üretimin bileşenleri ve ilişkileri
Neoklasik iktisadin temel üretim kuramlarından biri olan Cobb-Douglas üretim fonksiyonu üretimin hangi girdilere bağlı olduğunu gösterir.
Y = ALαKβ
Buna göre üretim (Y), verimliliğe [1] (A), emeğe (L) ve sermayeye (K) bağlıdır. Üretimin, emek miktarının değişimine olan duyarlılığı (α) ve sermaye miktarının değişimine olan duyarlılığı (β), emek ve sermayenin üretim açısından önemini belirler [2].
Örneğin, bir şirkette sermayedar, getirisi (rantı) karşılığında parasını, emekçi ise ücreti karşılığında emeğini belirli süreliğine ve belirli koşullarda bir sözleşme dahilinde üretim için seferber eder. Ellerman’a göre (2004) üretim fonksiyonun tamamı üzerinde mülkiyet hakkı iddia etmek ne sermayedar için ne de emekçi için söz konusu değildir. Öyleyse üretim fonksiyonu, emekçi ve sermayedar arasında bir şirket çatısı altında sözleşmesel olarak belirlenir.
Bu çerçevenin, Marksist kuramın, üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan sermayedar (kapitalist) savı ile çeliştiği aşikâr. Ancak bu çerçeve, sermayenin emek üzerinde tahakküm kuramayacağını iddia etmiyor. Yalnızca, üretimde bağımsız birimler olan emekçi ve sermayedarın şirket çatısı altında sözleşmesel bir ilişki kurduğunu söylüyor. Bu sözleşme ile sermaye parasını, emekçi ise kol veya beyin gücünü “kiralıyor”. O halde üretim araçlarını bir araya getiren yasal çatı olan şirketin işletme hakkını bağımsız birimlerden herhangi biri alabilir: sermayedarlar veya emekçiler [3]. Üretim yapabilmek için (1) sermayedarlar emeği “temin edebilirler” (ücreti mukabilinde, iş sözleşmesi yoluyla) veya (2) emekçiler sermayeyi “temin edebilirler” (şahsi birikimlerinden, kredi kuruluşlarından vb.). Serbest piyasa kapitalizminde ilk durumun yaygın olmasının sebebi nedir? Diğer deyişle, neden sermayedarlar emeği temin edip üretime hâkim oluyorlar da emekçiler sermayeyi temin edip üretime hâkim olamıyorlar. Temel nedenlerin birkaçını şöyle sıralayalım:
- Serbest piyasanın, yani oyunun kurallarını koyan siyasi erke sermayedarların hâkim olması
- Sermayeyi “temin edebilmek” yani finansmana erişmek için bir garanti sunulmasına ihtiyaç olması (gayrimenkul, tahvil/senet gibi borca karşı teminat olarak verilebilecek her türlü varlık). Emekçilerin bireysel olarak teminata uygun malvarlığından mahrum olması (emek ancak örgütlenirse topluca teminat sunabilir)
- Bu nedenle, serbest piyasa rekabeti içinde sermayedarların, emeğin örgütlenmesini engellemesi
- Finansman sağlayan bankaları sermayedarların yönetmesi ve bu sermayedarların tekelci kapitalizme uygun olarak farklı sektörlerde de faaliyet göstermeleri.
Kâr ve kârın bölüşümü
Bu engelleyici nedenlerin süreğen olması üretime hâkim olan sermayedarların kar birikiminin devamlılığına bağlıdır. Pekiyi üretim içinde kar nerede oluşuyor?
QP = Kr + Lw
Kârın sıfır olduğu yukarıdaki denkleme göre hasılat (ürün Q çarpı ürünün fiyatı P) sermaye araçlarındaki aşınma maliyeti (sermaye varlığı K çarpı faiz r; örneğin makinelerin yıpranması veya yatırımın fırsat maliyeti olan faiz getirisi) ve işgücü maliyetinin toplamına (işçi L çarpı ücret w) eşittir. Tüm diğer unsurlar sabitken, sermayedar bilançoyu pozitif yapmak için ya hasılatı artırmalıdır ya da işgücü maliyetini kısmalıdır. Serbest piyasada ürünlerin değeri kullanım değeriyle değil değişim değeriyle belirlenir; yani bir malın piyasa değeri tamamen spekülatif bir tahayyüldür (bir örnek için bkz.). Genellikle bir mala astronomik fiyat biçmek reklam endüstrisinin, işgücü maliyetini baskılamak ise devletlûlerin veya sarı sendikaların görev alanına (!) girer. Tabii bu senaryo sermayedarın emeği “temin ettiği” durumu anlatıyor; ya emek sermayeyi “temin ederse”?
İşte o durumda pozitif gelir-gider farkı üzerinde hak iddia eden de emekçiler oluyor. Zira bu durumda emeği sağlayanlar aynı zamanda sermayeyi temin edip üretime doğrudan hâkim olanlar oluyor. Emekçilerin hâkim olduğu üretim tarzını bir çatı altında toplayan tüzel kişilik ne olabilir? Çalışanlarının sahibi olduğu anonim şirketler veya kooperatifler. Pekiyi, kooperatifte pozitif gelir-gider farkı nasıl oluşur ve nasıl bölüşülür?
Kooperatiflerde bölüşüm
Kooperatifler piyasaya ürün olarak sundukları mal ve hizmetlerin fiyatını belirlemede özgürdür. Kooperatifler de tıpkı şirketler gibi ürünlerini kullanım değeri üzerinden değil piyasadaki el değiştirme değeri üzerinden fiyatlayabilirler. Sermaye ve işgücü maliyeti çıkarıldıktan sonra elde kalan pozitif gelir gider farkını ise (=QP-Kr-Lw) (1) özsermaye olarak ayırabilir, (2) ortaklarının müşterek ihtiyaçlarını karşılamak için harcayabilir, (2) ortakları arasında kooperatife verilen ürün veya emek miktarı ile orantılı olarak bölüştürebilir veya (3) odaklandıkları toplumsal ihtiyacı gidermek için harcayabilir (ICA, 2015: 33). Sosyal kooperatifler kârı ortakları arasında kısıtlı olarak bölüştürürler veya hiç bölüştürmeyip anılan diğer yollarla harcarlar (CICOPA, 2004).
Pekiyi bölüşümün tarzı ve ölçütüne kim karar verir? Kooperatiflerde adaletsiz bölüşümün ve dolayısıyla bir kişi veya zümrenin kârı biriktirmesini engelleyen temel mekanizma tüm ortakların kooperatifte eşit söz ve oy hakkı sahibi olmaları ve bu yolla bölüşümün ölçütünü ortaklaşa belirlemeleridir. Hem emeğini hem de sermayesini seferber eden ortakların denge, denetleme ve demokrasiyi fiilen uygulamaları, yani işletme hakkını beraberce kullanmaları, kooperatiflerin emekçi-odaklı üretim ve bölüşüm fonksiyonuna sahip olmasının ön koşuludur. Öyleyse üretim sürecine emek ve sermaye girdisi sağlayan ortaklarının tamamını karar alma mekanizmalarına fiilen katmayan kooperatiflerin adaletsizliğe karşı emniyet kemeri takılı değil demektir.
Eugène Ionesco’nun (1959) meşhur oyunundaki gibi buna gergedanlasmak da diyebiliriz zannederim.
Emeğin ve sermayenin aynı aktör tarafından, emekçiler tarafından seferber edildiği kooperatif tüzel kişiliği “gergedanlaşmaya” veya adaletsiz servet birikimine karşı bağışıklık sahibi bir yapı maalesef değildir. Ortaklarına kâr payı dağıtmayan veya kısıtlı olarak dağıtan sosyal kooperatiflerde dahi bölüşümde adaletsizlik pek çok sebeple ortaya çıkabilir:
- Katılımcılık eksiği. Ortakların istisnasız tamamının üretim ilişkisine katılmasının engellenmesi veya ihmal edilmesi; diğer deyişle bazı ortakların emek koymaksızın yalnızca sermaye koyarak kooperatifte bulunma hali. Bu durumda emek girdisi sağlayan ortaklar emeklerinin karşılığını kazanırken diğerleri bu getiriden mahrum bırakılmış olurlar.
- Eşit işe eşitsiz ücret. Katkı koyduğu mal veya hizmet karşılığında her bir ortağa ödenen birim ücretin (birim emek veya mal ücreti) ortaktan ortağa kayda değer farklılık göstermesi.
- Kayırmacılık. Ortakların müşterek ihtiyaçlarını karşılamaya dönük yatırımların dengesiz; yalnız bir grup ortağın lehine olacak şekilde yapılması.
Öyleyse, sosyal kooperatiflerde bölüşüm ilişkilerinin sağlığını ve işlerliğini sınarken kullanacağımız temel kıstas, ortakların (hem emeği hem sermayeyi yatıranların) üretim fonksiyonunun işletme hakkını eşit bir şekilde bölüşüp bölüşmedikleridir. Zira, işletme hakkında mutlak eşitlik, sermayedar temelli şirketlerde işletme hakkının emekçi ve sermayedar arasında eşit bölüşülmemesinden doğan arazları ortadan kaldırabilir. Buna ilaveten sosyal kooperatiflerin, edindikleri kârı odaklandıkları toplumsal ihtiyaçları karşılamaya harcamaları, toplumsal gelir terazisini emekten yana dengeleyen bir unsur olmaktadır.
Hasılı, fabrikalarda, tarlalarda, plazalarda karasabana insanın koşulduğu devrimizde patronunuza “Allah ağama zeval vermiye. Kursağımıza giren bi’ lokma ekmek varsa onu da ağamız veriyi” demeden önce başka bir çalışma yaşamı mümkün diye düşünüp didinirseniz bir gün, kim bilir, siz de şirinleri görebilirsiniz.
Not: Makaleyi gözden geçirip yorumlarını esirgemeyen Doğuhan Sündal, Metin Özarslan ve Nurdan Doğanay’a teşekkürü borç bilirim.
[1] Toplam faktör verimliliğini ifade eder. Verimlilik daha az girdiyle daha fazla çıktı üretebilmektir. Teorik olarak üretim artışı; istihdam artışı ve sermaye yatırımları ile mümkündür. Üretimin, istihdam ve sermaye artışı ile açıklanamayan kısmı toplam faktör verimliliği (A) hanesine yazılır. Örneğin bilişim ürünlerinin etkin kullanımı, ileri lojistik uygulamalar, veya şirket-içi yenilikçi organizasyonel yapılar toplam faktör verimliliğini artırabilecek unsurlardır.
[2] Enerji ve toprak gibi üretim girdileri de mevcuttur ancak bu makalenin duruluğu adına anlatıma dâhil edilmemiştir.
[3] İşletme hakkı, sermayedar-temelli şirketlerde yönetim kurullarında sendika veya doğrudan işçi temsiliyetiyle de sağlanabilir. Üretime hakimiyet için emekçi lehine açılan bu gedik, kooperatif modeliyle karşılaştırmaya değer bir durumdur.
Merhaba,
Bildiğim kadarıyla sosyal kooperatifçilik toplumdaki dezavantajlı insanların istihdamına odaklanmış bir alan. “Dezavantajlı” kavramı tartışmaya açık olmakla beraber genellikle ekonomik, sosyal, psikolojik ve fiziksel durumları, cinsiyetleri, etnik veya dilsel kökenleri, dinleri veya politik statüleri nedeniyle toplumsal ve ekonomik yaşama, süreçlere katılım oranları/şansları ve/veya uyumları toplumdaki diğer insanlara göre daha düşük olan kişileri tanımlıyor. Engelliler, kadınlar, LGBTi bireyler, mülteciler ilk bakışta bu gruba dahil edilebilir. Dolayısıyla aslında devletin doğrudan sorumluluk alanına dahil edebileceğimiz bir alanda çalışıyor sosyal kooperatifler. Sorularım şunlar: Bir kooperatifin ‘sosyal’ olması için mutlaka bu alanda mı faaliyet göstermesi gerekir? Dezavantajlı insanların istihdamına odaklanmamış bir kooperatif ‘sosyal’ değil midir? Uluslar arası kooperatif ilkelerine göre örgütlenmiş bir kooperatifin çalışma alanı ne olursa olsun tanım gereği ‘sosyal’ olması gerekmez mi? Eğer öyleyse neden sosyal kooperatifçilik gibi bir kavramsallaştırmaya gerek duyuluyor?
Teşekkürler,
Ayrıntılı ve yerinde sorularınız için çok teşekkürler.
1. Sosyal kooperatifler, toplumsal ihtiyaçların karşılanmasını amaçlayan, açık bir kamu yararı gözeten, devlet-dışı aktör olma niteliği taşıyan, çok-paydaşlı ortaklıklara imkân tanıyan, çalışan-emekçi ortaklarının temsiliyetini esas alan, ortaklarına kâr payı dağıtmayan veya bunu kısıtlayan kooperatif işletmelerdir (CICOPA, 2004). Sosyal kooperatifler ihmal edilmiş toplulukların ihtiyaçlarına odaklanır. Bu ihtiyaçlar, insana yaraşır iş ve geçim kaynaklarına erişim, nitelikli eğitim, sağlık, bakım veya barınma hizmetleri olabilir. Sosyal kooperatifler bu hizmetleri sağlarken yine ihmal edilmiş kesimlerin emeğini üretim fonksiyonuna katar; diğer deyişle dezavantajlıları istihdam eder. Örneğin İtalya’da A tipi sosyal kooperatifler belirli bir toplumsal ihtiyacı gidermek amacıyla kâr amacı gütmeden çalışırlar ve ortaklarının en az %30’u yasayla tanımlanan dezavantajlı gruplardan oluşmalıdır. B tipi sosyal kooperatifler ise toplumsal dışlanma sonucu işsizlik riski yüksek olan kişilere iş imkânı sağlayan ticari işletmelerdir.
2. Sosyal kooperatiflerin evrensel standartları CICOPA Genel Kurulu’nun Cancun toplantısında 16 Kasım 2011’de belirlenmiştir. Bir kooperatifin sosyal niteliği, bulunduğu ülkenin evrilen toplumsal ihtiyaçlarına göre belirlenir. Örneğin İtalya ve bir benzeri olan İspanya örneği, Güney Avrupa sosyal refah modelinin (Ferrera, 1996) bir bakiyesi olarak görülebilir. Türkiye’deki sosyal kooperatif tanım tartışmalarına verimli bir örnek için Genç İşi Kooperatif’in 11-12 Kasım 2017’de İzmir’de düzenlediği ulusal çalıştay çıktılarına bakılabilir.
3. Dezavantajlıların istihdamına odaklanmamış bir kooperatif de sosyal olabilir mi sorusuna verilecek her yanıt, Türkiye’de bir sosyal kooperatif mevzuatı olmadığı için tamamen öznel kalmaktadır. Uluslararası vakalar gösteriyor ki dezavantajlıların istihdamına odaklanmamış ancak farklı toplumsal ihtiyaçlara eğilmiş kooperatifler de sosyal kooperatif olabilir. Önemli bir kıstas şudur: kooperatif ticari faaliyetlerini yürütürken, kooperatife emek ve sermaye veren dezavantajlı ortaklarıyla işletme hakkını mutlak surette paylaşıyor mu? Bu yazının savına göre, paylaşmadığı durumlarda bölüşüm ilişkilerinde adaletsizlik kaçınılmaz olacak, sosyallik niteliği zedelenecektir.
4. ICA ilkelerine göre örgütlenmiş bir kooperatif tanım gereği sosyal olmamaktadır, anılan CICOPA belgesi okumaya değer bir kaynaktır. Tüm kooperatifler sosyal odaklıdır. Ancak sosyal kooperatifçilik bir alt küme olarak örgütlenmiştir.
Ayrıntılı cevabınız için teşekkür ederim.
Bahsi geçen kaynaklardan haberdarım. Güney Avrupa’daki uygulamaların bir kısmını da inceledim. Ancak özellikle Kuzey Avrupa ve Birleşik Krallık bölgesinde sosyal kooperatifler ile kooperatifler arasında net bir ayrım yapılmadığını, kooperatifçilik mevzusunun sosyal ekonomi şemsiyesi altında bir bütün olarak ele alındığını da gözlemliyorum.
Sosyal kooperatifçilik ile ilgili kuşkularım uluslar arası kavramsallaştırma ve pratiklerden öte Türkiye’deki kooperatifçilik ve sivil toplum alanındaki tecrübelerden kaynaklanıyor. Türkiye’deki kooperatiflerinin büyük çoğunluğunun ICA ilkelerine göre çalışmadığı ortada. Dolayısıyla sosyal odaklı olarak tanımlanmaları oldukça zor. Bununla birlikte sayısı çok olmasa da sosyal odaklı kooperatiflerin daha çok bir sivil toplum örgütü gibi modellendiğini dolayısıyla sürdürülebilirliklerinin hibe, fon, bağış vb. kamu kaynaklarına bağımlı olduğunu gözlemliyorum. Bu noktada kooperatifçiliğin ortaklarının refahını arttırmayı amaçlayan bir işletme modelinden, kamusal kaynakları kullanarak toplumdaki dezavantajlı kesimlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çalışan sivil toplum örgütlerine dönüşmesi riski vardır. Bu bir risktir çünkü bu şekilde odak noktası ekonomide demokratik örgütlenmeden devletin başarısız olduğu toplumsal sorunları çözme amacı taşıyan bir sivil toplum faaliyetine kayacaktır. Bu çerçevede;
1. Sosyal kooperatif ve kooperatif arasında bir ayrım, kooperatiflerin aslında ‘sosyal’ işletmeler olmadığı algısı yaratabilir. Böyle bir algı şu anda ne kadar var, tartışılabilir ancak, mevcut ve yeni kurulan kooperatiflerin ICA ilkelerine göre örgütlenme gerekliliği sosyal kooperatifçilik kavramsallaştırmasıyla geri planda kalabilir.
2. Finansman, gelir modeli, sürdürülebilirlik konularının ‘sosyal fayda’ retoriği ile ikinci plana atarak kooperatifçilik alanı ile sivil toplum alanı arasındaki sınırları belirsizleştirebilir. Dolayısıyla mevcut sivil toplum alanındaki problemleri kooperatifçilik alanına havale edebilir. ( Fon rekabeti, fon lobiciliği, kamusal kaynakların verimsiz kullanımı, sosyal etki ölçümlemesindeki sıkıntılar, yozlaşma vs.)
3. Sosyal kooperatiflerin, iktisadi işletmeler de kurabilen, kar amacı gütmeyen, toplumdaki dezavantajlı bireylerin koşullarını iyileştirmeye odaklanan dernek ve vakıfların yapamadığı neyi yapabileceği konusu belirsiz. Belki tartışılması gereken sorulardan biri şu olabilir: Dernek ve vakıflar neyi, neden yapamıyor? Sosyal kooperatifler bunu nasıl yapacak?
4. Kooperatifçiliğin gündemi ekonomiyi demokratikleştirmek, bir sosyal ekonomi ekosistemi kurmaksa eğer, sosyal kooperatifçiliğin bu gündeme katkısı da sınırlı olacaktır. Sosyal kooperatifler kamusal kaynaklardan bağımsız bir gelir modeli oluşturamadıkları ölçüde ekonomik örgütlenme içinde yer alamayacaklardır.
5. Eğer tüm kooperatifler sosyal ise ve ancak ‘sosyal’ olma durumu ortaklara kâr dağıtımı (risturn) noktasına indirgeniyorsa, AB mevzuatında olduğu gibi bir kârın dağıtımını sınırlandıran bir varlık-kilidi (asset-lock) ile her sektörden, her çeşit kooperatifin ortaklarının tercihine bağlı olarak kar öncelikli olmayan (not-for-profit) bir yapıya kavuşturulması mümkün. Nitekim mevcut mevzuatta da kooperatifler ana sözleşmelerine belli bir süre için kar dağıtımı yapmayacaklarını yazarak bu konumlanmayı (not-for-profit) elde edebiliyor. Dolayısıyla örneğin bir Kadın Kooperatifi, bu yolu izleyerek bir sosyal kooperatif olmuş olmuyor mu?
Elbette bunlar benim kuşkularım. Hikaye başka şekilde de yazılabilir ve belki yazılıyordur da. Belki konunun bilmediğim, göremediğim boyutları vardır. Ancak son 2 yıldır Türkiye’de sosyal kooperatifçilik konusunda gözlemlediklerim, sosyal kooperatifçiliğin sosyal ekonomide yeni bir alan açmak ya da mevcut kooperatifçilik deneyimlerini zenginleştirmekten ziyade sivil toplum sektörüne eklemlendiği yönünde.
Yanılmayı çok isterim. Çalışmalarınızda başarılar,
Yorumlarınız için çok teşekkürler. Bazı öncüllere ve sonuçlarına kısaca değinmek isterim müsaadenizle.
1. Türkiye’de ve dünyada kooperatiflerin ICA ilkelerine tam riayet etmesi, sosyal odaklı olmaları için gereklidir ancak yeterli değildir. Kooperatifler, de facto ve de jure, bir işletme tarzı olarak bireyci, rekabetçi, dışlayıcı serbest piyasa enfeksiyonlarına otomatikman bağışık gözükmemektedir.
2. Türkiye’de sosyal odaklı kooperatiflerin daha çok bir sivil toplum örgütü gibi çalıştığı tespitinizin hakkı var. Bu durum kooperatiflerin bir işletme olduğu gerçeğini aşındırmaktadır. Bu sebeple, örneğin Genç İşi Kooperatif karma iş hacmi yakalamaya özen göstermektedir: 2018 yılında cironun takriben yarısı proje-bazlı desteklerden, yarısı ise sosyal-dayanışma ekonomisi aktörlerine sunulan eğitim ve danışmanlık hizmetlerinden gelmiştir. İlkesel/normatif olarak sosyal kooperatifler toplumsal ihtiyaçları gideren hizmet-sağlayıcısı konumunda olmalıdır. Bu sebeple hiçbir kooperatif maddi kaynaklara erişimde sivil toplum örgütlerinin rakibi haline dönüşmemelidir.
3. Kooperatiflerin sosyal işletmeler olmadığı algısı oluşma riski meşrudur. Ancak bu durum sosyallik sıfatının içeriği bulanık bırakılırsa oluşabilir. Tam da bu yüzden sosyal kooperatif kriterlerinin nesnel ölçütlerle belirlenmesi acil bir ihtiyaçtır.
4. Sosyal kooperatifler dernek ve vakıfların yapamadıklarını nasıl yapacak? Örgütlenmelerin bireysel ve topluluksal gerekçelerini açıkça tanımlamak tam da bu yüzden önemlidir. 5253 sayılı Dernekler Kanununun ikinci maddesine göre dernekler “kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere, en az yedi gerçek veya tüzel kişinin, bilgi ve çalışmalarını sürekli olarak birleştirmek suretiyle oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kişi topluluklarını” ifade eder. Mademki kanun kazanç paylaşma amacını daha baştan dışarıda bırakmış, pekiyi dernekler neden iktisadi işletme kurar? Çünkü dernekler tüzüklerinde anılan amaçları bağış ve aidatlarla gerçekleştiremedikleri için “gelir getirici ticari faaliyetlere” yeltenmişlerdir (Yıldırım, 2011: 157). Türk Ticaret Kanunu Madde 16/1 diyor ki; “Ticaret şirketleriyle, amacına varmak için ticari bir işletme işleten vakıflar, dernekler ve (…) diğer kamu tüzel kişileri tarafından kurulan kurum ve kuruluşlar da tacir sayılırlar”. Kazanç gayesi gütmeyen bir örgütlenmenin kurumlar vergisine tabi bir tacir haline dönüşmesi gerçeği Türkiye’de derneklerin kaynak yaratımına dair varoluşsal bir sorundur. Sosyal kooperatifler, karı ortaklarına dağıtmayan bir ticari işletme olarak, bu sorundan hukuken ve fiilen azadedir. Sosyal kooperatifler, sırf kooperatif oldukları için sosyal ihtiyaçları dernek veya vakıflardan daha fazla ve/ya hızlı gidereceklerdir demek doğru olmaz. Ancak özgün bir ticari çalışma ve örgütlenme modeli olarak daha etkin ve verimli sonuçlar doğuracağını iddia ediyoruz.
5. Sosyal kooperatif işletmeler ticari mal ve hizmetlerini belirleyerek piyasaya sunarlar ve tıpkı diğer ticari işletmeler gibi bir gelir modeli oluştururlar. Kamusal kaynaklara bağımlılık zaten bir sayrılık belirtisidir, dolayısıyla öncül hatalıdır.
6. Beş numaralı yorumunuzda belirttiğiniz kadın kooperatifi, şayet ÇEÇOP’un belirlediği diğer ölçütlere de riayet ediyorsa evet bir sosyal kooperatif oluyor. Ülkemizde henüz sosyal kooperatiflerin nesnel ölçütleri yasayla tanımlanmadığı için evrensel standartlara göre konuşabiliyoruz. Bu noktada örneğin benim aklıma gelen ilk soru şu olur: Kadın kooperatiflerinin ortaklıkta cinsiyet kısıtı, ICA’nın gönüllü ve herkese açık ortaklık prensibine uyuyor mu?
Ayrıntılı yorumlarınız için tekrar teşekkür ederim, sağlıklı tartışmayı sürdürmek ve yaygınlaştırmak ümit ve temennisiyle,