Aşağıdaki çeviri, tarihte benzeri görülmemiş ve literatürde “varlık yöneticisi kapitalizmi” olarak adlandırılan bir yapılanmaya dikkat çekiyor. Bugün birkaç büyük varlık yönetim şirketi, şirketler dünyasının hâkimi olmuş durumda. Dünyanın en büyük 10 varlık yönetimi şirketinin yönetimindeki varlıkların toplam piyasa değeri 40 trilyon dolardan fazla. ABD’deki en büyük üç varlık yönetimi şirketi, S&P 500 şirketlerinin %88’inin en büyük hissedarı. Sahip oldukları oy hakları ile bu şirketlerin yönetimlerini etkileme ve kendi yatırım yönetimi ilkelerine uyumlu hale getirme fırsatına sahipler. Sonuç olarak bir avuç inanılmaz güçlü ancak adını bile duymadığımız şirket, sadece portföylerindeki şirketler üzerinde değil ekonomi üzerinde de muazzam bir gücü ele geçirmiş durumda.
Dev yatırım firmaları artık şirket dünyasına hükmediyor. Onları dizginleme zamanı geldi mi?
Sadece birkaç on yılda küresel ekonominin mülkiyet manzarası ciddi şekilde değiştirildi. Son yarım yüzyılın büyük kısmında büyük şirketlerimizin başlıca sahipleri bireysel yatırımcılar, sigortalar ve emeklilik fonlarıydı. Günümüzde ise şirketlerin çoğunun sahibi varlık yöneticileri yani emeklilik fonları ya da zengin bireyler adına yatırım yapan finansal aracılar.
Önemli olan, bu büyümeye, varlık yönetimi endüstrisinin sahip olduğu kaynakların ve gücün muazzam yoğunlaşmasının eşlik etmesidir. Dünyanın en büyük yöneticisi BlackRock 9 trilyon dolarlık varlığı kontrol ediyor. En yakın rakibi Vanguard, 7 trilyon doları kontrol ediyor. Bu rakamların toplamı, Londra Borsasında kayıtlı her şirketi dört kez satın almaya yeterli. Mülkiyet, beraberinde şirketlerin davranışlarını (iklim değişikliğinden çalışma koşullarına kadar her tür konudaki davranışlarını) biçimlendirecek oy hakkını getirir.
Muazzam gayrimenkul portföyleri kapmaktan, FED’in COVID-19 şirket tahvili alım programını idare edip AB’nin sürdürülebilir finans mevzuatı için danışmanlık yapmaya kadar giden BlackRock, pandemi sırasında sınırsızca büyüdü. Aslına bakılırsa Birleşik Devletlerdeki nüfuzunun boyutu yüzünden Bloomberg muhabirleri, BlackRock’ı ‘hükümetin dördüncü kolu’ olarak tarif ettiler. Bu devasa varlık yöneticileri artık dünyanın en güçlü şirketleri arasında olsa da çoğu kişi onların ismini bile duymuş değil.
Bu hafta Common Wealth tarafından yayımlanan yeni bir raporda, İngiltere’deki en büyük 350 şirkette son 20 yılda yaşanan mülkiyet yoğunlaşmasının izini sürüp (FTSE350 Endeksi) bunun ‘UK PLC’nin yönetimi için ne anlama geldiğini sorduk. FTSE350’nin toplam varlığının beşte birinin sadece on yatırımcı tarafından kontrol edildiğini keşfettik. Bu ilk bakışta aşırı gelmese de bir kere basit bir örnek üzerinden düşünün: Eğer bu şirketler küçük bir ülke olsaydı seçimlerde oylama gücünün %20’si binlerce kişi yerine sadece on vatandaş tarafından kontrol edilirdi; pek demokratik bir düzenleme değil. Şimdi de aynı on vatandaşın binlerce değilse bile yüzlerce başka ülkede benzer bir kontrol gücüne sahip olduğunu hayal edin; manzaranın demokrasiden ne kadar uzak olduğu daha da belli olacak.
Bu hızlanarak artan yoğunlaşma, daha önceden eşini görmediğimiz tamamen çeşitlendirilmiş ‘evrensel’ portföylerin yükselişiyle çakışıyor. Bu portföylerde yöneticiler tüm coğrafyalarda, endüstrilerde ve varlık sınıflarında varlık yatırımı yaparlar. Dahası, endüstriye hükmeden oyuncular, çoğunlukla ‘pasif’ yatırımcılardır. Yani portföylerini ‘piyasayı yenmeye’ çalışan kavgacı portföy yöneticilerinin tavsiyeleri yerine, çoğunlukla üçüncü taraf tedarikçileri aracılığıyla önceden belirlenmiş endekslere dayalı olarak oluştururlar. Bu derece bir endeksleme, yatırımcıların, genel bir kural olarak, istenmeyen bir davranışı cezalandırmak için ya da başka bir sebeple ayrı ayrı firmalardaki yatırımlarını çekemeyecekleri anlamına geliyor.
Bu sessiz ama derin değişikliklerin ışığında, Birleşik Krallık yeni bir çağa girdi: “Varlık yöneticisi kapitalizmi” çağına. Kurumsal yönetişimde geçerli olan ‘hissedar üstünlüğü’ rejiminin çoğunlukla savunduğu eylemci hissedar imgesine zıt şekilde, varlık yöneticisi kapitalizmi yapısal olarak, hissedarları portföylerindeki şirketlerin eylemleri ve performansları ile ilgilenmekten caydırır.
Bunun yerine yöneticiler varlık havuzlarını ve piyasa paylarını büyütmeye yönlendiriliyorlar. Piyasanın daha çoğunu ele geçirmek için işi masrafsız fonlar teklif etmeye kadar vardırıyorlar. Finans firmalarının bedavaya ürün sunması akıl almaz gibi gelse de – AB devi Fidelity’nin başı çektiği– bu hareket sözkonusu şirketlerin temel dürtüsüyle bütünüyle mutabık: Biriktir, biriktir, biriktir.
Sonuç olarak bir grup inanılmaz güçlü oyuncunun sadece hisselerine sahip oldukları şirketlerin eylemleri üzerinde nihai karar sahibi olmakla kalmayıp ekonomi üstünde de muazzam güç kurdukları bir sistemde uyurgezer gibi yol alıyoruz.
Teoride, BlackRock gibi şirketlerin tüm ekonomide hatırı sayılır menfaatleri olan uzun vadeci, evrensel hissedarlar olarak konumları, onları iklim krizi ve artan eşitsizlik gibi sistemik tehlikelere karşı özellikle sorumlu kılmalı. Buna rağmen ShareAction, InfluenceMap, Sarasin & Partners, Friends of the Earth ve diğer grupların yaptığı bağımsız analizler tekrar tekrar en büyük varlık yöneticilerinin bu sorunlara ağırlıklarını koymakta yetersiz kaldıklarını ortaya koydu. Dahası, tedarik zincirlerinin yarattığı orman tahribatından iklim hedeflerine ve yöneticilerin astronomik ücret paketlerine kadar tüm hissedar kararlarında düzenli olarak, karşı oy kullandıkları ya da hiç oy kullanmadıkları ortada.
Aynı zamanda, şirketlerin üstündeki ‘hissedarlara nakit boca etme’ baskısı, şirketlerin, bu tür çıkarları ister emek ister çevre olsun diğer tüm paydaşların üstünde tutacak şekilde kendilerini ayarlamalarına yardımcı oldu. Pandemiyle geçen senenin sonunda yaklaşık 80 firmanın kâr payı dağıtmamasına rağmen 2020’de, FTSE350 şirketlerinin kâr payı ödemelerinin toplamı, vergi öncesi kârın yaklaşık %90’ını oluşturdu. Bu, hissedarlara yapılan ödemelerin yirmi yıldan uzun süredir artışını yansıtıyor ve bu ödemeler giderek rekor kıran miktardaki şirket borçları ile yapılıyor. Aynı dönemde üretken yatırımlar önemli ölçüde azaldı.
Bir bütün olarak bu tür sömürücü davranışlar; emeğin kârdaki payını gasp edip karbonsuzlaşma için gereken yatırımları keserek veya sürdürülebilir ve adil olmayan tedarik zincirlerine geçiş yaparak kapsayıcı, düşük karbonlu bir ekonomik gelecek kurma hedefini baltalıyor. Bu sebeple varlık yöneticisi kapitalizminin yükselişi yeni bir kurumsal yönetim çağına işaret ediyor ki bu, ekonomimizin nasıl işlediğini ve kimin çıkarları için çalıştığını belirliyor.
Bununla birlikte, şirket ekonomisinin sömürücü ve adaletsiz doğasının üstünden gelme çabaları sıklıkla geçmişe takılı kalıyor; artık var olmayan bir yapıyı yıkmaya çalışıyorlar. Günümüzde görece az miktarda üretken sermaye borsada toplanıyor. Ve endeksleme yaygınlaştığından, sermaye artık toplam hissedar davranışının görünmez eli tarafından ‘etkin’ dağıtılmıyor. Bu yüzden kendimize şunu sormalıyız: Hissedarlar neye yarar?
Şirket, muazzam üretken ve örgütsel kapasiteye sahip bir faaliyet alanıdır. Aslında, şirketin olağanüstü imtiyazları (ve hissedarlara tanınanlar) kamuya verilmiştir. Bu ayrıcalıklar sabit veya doğal değildir. Buradan ilerlersek, şirket, üretken girişimciliği ve kolektif çabayı destekleyen bir sosyal bir kurum olarak geri kazanılmalı. İklim krizi, derin eşitsizlik ve küresel tedarik zincirlerinin artan sömürüsü bağlamında bu, acil bir ihtiyaç.
BlackRock’ın ve diğer varlık yöneticilerinin ekonomimizdeki rolünü ve etkisini dikkate alarak ve şirketlerin gücüne meydan okuyup onları demokratikleştirecek stratejiler tasarlayarak işe başlayabiliriz.
Not: Benjamin Braun ve Adrienne Buller’ın 10 Temmuz 2021 tarihinde Open Democracy’de yayımlanan “Welcome to the age of asset manager capitalism” başlıklı yazılarından Barış Soysaraç tarafından çevrilmiştir. Erişim