Kapitalizmin dizginlenemez kâr ve verimlilik arayışında yavaşlamak mümkün olmuyor. Kökten belirsiz bir dünyada her şeyi kontrol edebildiği zannıyla var olan, haddini bilmeyen bu sistemin yarattığı felaketlerden kaçamıyoruz. Böylesine pervasızca risk alan, üzerinde yaşayanlarla birlikte gezegeni tehlikeye atan bir sistemi aşmanın yolları sadece kriz zamanlarının meselesi olmamalı.
Verimlilik neden tehlikelidir ve yavaşlamak neden hayatı iyileştirir?
‘Yavaşla, çok hızlı gidiyorsun …’
– ‘The 59th Street Bridge Song (Feelin’ Groovy)’ (1966) Paul Simon
Her şeyi daha hızlı ve daha iyi yapma tutkusu risklidir. Olası gelecekler arasından yeterince iyi olanı yapmak çok daha akıllıcadır
Verimliliğe tapıyoruz. Daha fazlasını elde etmek için daha az kullan. Aynı gün teslimat. Çoklu görev; bir cihazda mesaj yazarken ikinci bir cihazdan e-posta gönder ve belki de üçüncü bir cihazdan sohbet et. Verimlilik faydalı kabul ediliyor. Verimsizlik ise savurganlık.
Bu şekilde düşünmenin mantıklı bir açıklaması var. İktisatçılar bize yaşam standartlarımızı iyileştirmenin başlıca yolunun verimlilik artışı olduğunu öğretiyor. Eğer şirketiniz daha verimli hale gelmeden maaşınıza zam yaparsa, bu açığı kapatmak için fiyatlarını da yükseltmek zorunda kalacaktır. Tüm şirketler aynı şeyi yaparsa, herkes yerinde saymaya başlar; satın aldığınız şeylerin artan fiyatlarını karşılamak için daha yüksek maaşlara ihtiyacınız olur. Dolayısıyla, maddi ilerleme istiyorsak, daha verimli hale gelmeliyiz. Modern tedarik zincirleri, tam zamanında teslimatlar ve işgücünün kaytarmaması, bunların hepsi verimliliği arttırmaya hizmet eder. Bunu başardığımızda hayatlarımız gittikçe daha iyi olacak ya da bize vaat edilen bu.
Otomobil tasarımlarında litre başına mümkün olan en fazla kilometreyi elde etmek isteyen otomobil üreticilerinin gözünde hava direnci ve yoldaki sürtünme verimliliğin düşmanlarıdır. Finans dünyasında ise en fazla sürtünme değişim noktasında ortaya çıkar. Paradan önce, patates çiftçisi yumurta ve sütle takas etmek için patates çuvallarını kullanmak zorundaydı. İngiliz tarihçi Niall Ferguson’un Paranın Yükselişi (2019) adlı kitabında bize hatırlattığı gibi, paranın icadı bu verimsizliği azaltma yönünde uzun bir yol kat etti ve son 200 yılda finans dünyasında yaşanan pek çok şey bu devrimin bir devamı olarak görülebilir.
Mesela kredi, o anda paranız olmasa bile yumurta ve süt almaya gidebileceğiniz anlamına geliyordu. Finansal piyasalar o zamandan beri bu verimliliği başka bir seviyeye taşıdı. ‘Opsiyon piyasalarının’ yaratılması, zaten yakında satacağınız bir hisse senedini satın almak için zahmete girmenize gerek olmadığı anlamına geliyor. Sadece satın alma sözü verebilir ve ardından opsiyon sözleşmesinde belirtilen bir fiyat ve tarihte satabilirsiniz. Ve sonra opsiyona konu olan hisse senedi yerine opsiyonu takas edebilirsiniz.
Bu ve diğer gelişmeler, insanların işlerini zaman ve enerji kaybı olmadan, yani sürtünme yaşamadan yapabilmelerini kolaylaştırdı. Ekonomik işlemleri daha hızlı ve daha verimli hale getirdiler. Bunun bazı açılardan iyi olduğu açık. Bununla birlikte, 2008 finans krizi, bu kadarı da fazla dedirtti. İpotekler ve diğer krediler alınıp satılabilir varlıklara (‘menkul kıymetler’) dönüştürülmemiş olsaydı, bankacılar her başvuru sahibinin kredi değerliliğini değerlendirecek zamanı ayırabilirdi. İnsanlar nakit çekmek için bankaya gitmek zorunda kalsalardı, daha az harcayıp daha fazla tasarruf edebilirlerdi. Bu basit bir spekülasyon değil. Örneğin, Nobel Ödüllü iktisatçı Richard Thaler’ın inceleme makalesi, insanların kredi kartı kullandıklarında herhangi bir ürüne nakit paraya kıyasla daha fazla ödeme yapacaklarını göstermektedir. Muhtemelen, bizi yavaşlatacak küçük bir sürtünme hem kurumların hem de bireylerin daha iyi finansal kararlar almasını sağlayabilirdi.
On yıl önce, Amerikalı psikolog Adam Grant ve ben bir makalede bu ‘haddinden fazla’ olgusunun genel bir kural olabileceğini savunduk. Bir miktar motivasyon mükemmel performans üretir; çok fazla motivasyon ise boğulmaya neden olur. Bazı grup işbirlikleri kaynaşma sağlar ve üretkenliği arttırır; fazlası ise bıkkınlığa yol açar. Bir miktar empati başka bir kişinin neler yaşadığını anlamanızı sağlar; fazlası ise sizi zor şeyleri söylemekten ve yapmaktan alıkoyar. Benzer şekilde, Bolluk Paradoksu (2008) adlı kitabımda, seçme özgürlüğü olmayan bir hayatın yaşamaya değmeyeceğini, çok fazla seçeneğin olduğu bir hayatın ise felce, kötü kararlara ve tatminsizliğe yol açacağını ileri sürmüştüm. Motivasyon, işbirliği, empati, seçim ve verimlilik de dahil olmak üzere yaşamın diğer pek çok yönünün doğru miktarını (Aristo’nun ‘ortalama’ dediği şeyi) bulmak hem bireyler hem de toplum olarak karşılaştığımız temel bir meseledir.
Bir dahaki sefere daha hazırlıklı olmak için daha az verimli olarak şimdi ve burada yaşamayı öğrenmeliyiz
Ancak ortalamayı bulmak kolay değildir. İngiliz şair William Blake’in The Marriage of Heaven and Hell (1790-93) adlı eserinde gözlemlediği gibi: ‘Neyin yeterden fazla olduğunu bilmedikçe neyin yeterli olduğunu asla bilmeyeceksin.’
Finansal kriz bize işlemlerimizde haddinden fazla verimli hale geldiğimizi öğrettiyse, COVID-19 salgını için ne demeli? Neden elzem malzemeleri ve makineleri stoklamadık, neden hastane kapasitesini arttırmadık ya da tedarik zincirlerimizin sağlamlığını güvence altına almadık? Sebep, kuşkusuz, bunların verimsiz ve kâr düşmanı olarak görülmesi. Bir depoda tozlanan maske ve önlükler için harcanan para, piyasada her zaman daha ‘verimli’ bir şekilde kullanılabilirdi. Aynı şekilde, ‘olağan’ koşullar altında ihtiyaç duyulandan daha fazla insan çalıştırmak veya uluslararası tedarik zincirlerine güvenmek yerine ürünleri bizzat üretmek de verimsiz olarak görülürdü. O halde çıkarılacak derslerden biri, bir dahaki sefere daha hazırlıklı olmak için daha az verimli olarak şimdi ve burada yaşamayı öğrenmemiz gerektiğidir.
Bu açıdan bakıldığında, verimsizliğin en azından bir kısmı bir sigorta poliçesi gibidir. Kendi durumunuzu düşünün. Araba kazası geçirmediğiniz, evinizin yanmadığı ve sağlıklı kaldığınız her yıl, paranızı çeşitli anlamsız sigorta ürünlerine ‘boşa harcadığınızı’ ve tüm bu sigorta primleri olmadan finansal olarak daha iyi durumda olacağınızı düşünebilirsiniz.
Çoğumuz sigortaya boşuna para harcadığımız hissinden hoşlanmaz. O parayla giyinmeyi, yemek yemeyi ya da araba kullanmayı tercih ederiz. Birkaç yıl önce, yaşlı annemi temel sağlık sigortası poliçesini daha kapsamlı bir sigorta ürünü ile tamamlamaya ikna ettim. Kaynakları mütevazıydı ve poliçe de ucuz değildi. Bir yıl geçti ve ne mutlu ki ekstra teminat kullanmasını gerektirecek ciddi bir sağlık sorunu yaşamadı. Yenileme zamanı geldiğinde annem itiraz etti, çünkü gerçekten de bir önceki yıl harcadığı para ‘boşa gitmişti’. Benim cevabım, belki de yersiz ve alaycı bir şekilde, ona bir sonraki yıl şansının yaver gidebileceğini, gerçekten ciddi bir hastalık geçirebileceğini ve sigortadan parasının karşılığını alabileceğini söylemek oldu.
Neyse ki pek çok alanda hükümet düzenlemeleri bizi sigorta yaptırmaya zorlayarak daha fazla kişisel finansal verimlilik arzumuzdan koruyor. Yasalar arabalarımızın sigortalanmasını zorunlu kılarken, konut kredisi verenler de evlerimiz için aynı şeyi şart koşuyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde ‘Obamacare’ (2010 yılında yürürlüğe giren ve sağlık sigortası kapsamındaki ABD vatandaşlarının sayısını arttırmak için tasarlanan Erişilebilir Bakım Yasası), 2017 yılında kabul edilen vergi yasaları sigorta yaptırmamanın cezalarını yürürlükten kaldırarak yasayı uygulanamaz hale getirene kadar, insanları esasen sağlık sigortası yaptırmaya zorladı. Birçoğumuzun genel olarak sigortasız olduğundan şüpheleniyorum ancak devlet tarafından dayatılan bu farklı sigorta gereklilikleri olmasaydı sorun çok daha kötü olurdu.
Sigorta, ne kadar verimsiz gibi hissettirse de kökten belirsiz bir dünyada başımıza gelebilecek şoklara karşı dirençli olmamızı sağlar. Ve dünya kökten belirsizdir. İngiliz iktisatçılar John Kay ve Mervyn King’in Radical Uncertainty (Radikal Belirsizlik, 2020) adlı kitaplarında işaret ettikleri gibi, dünyanın gelecekteki çeşitli olası durumlarına olasılıklar atfederek riski ölçme çabaları çoğunlukla bilim kurgudan ibarettir. Dünya bir rulet çarkından ya da bir çift zardan çok daha karmaşıktır.
Buzlu bir yolda birazcık sürtünme felaketi önleyebilir
Bu kökten belirsizlik karşısında ne yapmalıyız? Karar verirken, kendimize hangi seçeneğin bize en iyi sonuçları sağlayacağını sormak yerine, hangi seçeneğin dünyanın gelecekteki durumlarının en geniş yelpazesi altında bize yeterince iyi sonuçlar sağlayacağını sormalıyız. Emeklilik hesabımızdaki yatırım getirisini en üst düzeye çıkarmaya çalışmak yerine, finansal bir hedef belirlemeli ve ardından gelecekteki en geniş finansal koşullar altında bu hedefe ulaşmamızı sağlayacak yatırımları seçmeliyiz. ‘En iyi’ işi aramak yerine, iş arkadaşları ve yöneticiler değişip dururken ve gelecekteki ekonomi sürekli dalgalanırken yeterince iyi (yeterince tatmin edici) olacak bir iş aramalıyız. Gideceğimiz en iyi üniversiteyi seçmek yerine, iğrenç bir oda arkadaşı ve sıkıcı bir biyoloji hocasıyla bile yeterince iyi olacak bir üniversite seçmeliyiz.
Karar vermeye yönelik bu yaklaşımı tanımlamak için tatminkârlık terimi kullanılır. Kökten belirsiz bir gelecek göz önünde bulundurulduğunda tatminkârlık, sağlam tatminkârlık olarak da adlandırılabilir. Tatminkârlık bir çeşit sigortadır; finansal çöküşlere, küresel salgınlara, kötü patronlara, sıkıcı öğretmenlere ve berbat oda arkadaşlarına karşı sigorta. Sigorta, kemer ve pantolon askısı takan bir adam gibi kibirli görünebilir. Belki ikisine de ihtiyacımız yoktur ama ikisine de sahip değilsek ne olur?
Bence kapitalizmin 2008 finansal kriziyle ortaya çıkan gerçek kusuru, tek amacının dizginlenemez kâr ve verimlilik arayışı olmasıdır. Ve belki de 2019-20 pandemisine hazır olmamamızın ortaya çıkardığı gerçek kusur da aynı şeyin bir tezahürüydü. Kapitalizm dizginlenemez ya da tek amaçlı olmak zorunda değil. Yüksek yaşam standartlarına sahip diğer toplumlarda böyle değildir ve ABD’de de tarihin hiçbir döneminde böyle olmamıştır. Belki de bizi yavaşlatacak bazı sosyal normları yeniden canlandırmanın zamanı gelmiştir. Örneğin, eğer insanlar evlerini finansal yatırımlar olarak değil de çocukların, köpeklerin, arkadaşların, komşuların ve toplumun sürtüşmeleriyle dolu yaşanacak yerler olarak görselerdi, sadece kâr amacıyla ev alıp satmaya yönelik emlak spekülasyonları daha az olabilirdi. Eğer şirketler toplumlarının koruyucuları olmanın getirdiği sürtünmeyi hissetselerdi, işten çıkarmalarla faaliyetlerini düzene sokma konusuna daha farklı bakabilirlerdi.
Bir litre benzinle 100 kilometre giden bir arabayı hepimiz isteriz. Bizi yavaşlatan sürtünme kuvvetleri pahalı bir derttir. Araba kullanırken nereye gittiğimizi biliriz ve kontrol bizdedir, bu nedenle hızlı gitmek iyi hissettirir. Buna rağmen buzlu bir yolla karşılaştığınızda birazcık sürtünme felaketi önleyebilir.
Araba kullanmak yeterince tehlikelidir ve hayat araba kullanmak kadar öngörülebilir değildir. Nereye gittiğimizi her zaman bilemeyiz. Kontrol her zaman bizde değildir. Kara buz her yerde. İçinde yaşadığımız bu belirsiz dünyada bizi yavaşlatacak küçük bir şey hayat kurtarıcı olabilir. Bireyler ve toplum olarak hayatımıza sürtünmeyi dahil etmek, sisteme dayanıklılık kazandırmak demektir. Bu, felaketlere karşı sigorta poliçemiz olabilir.
Not 1: Barry Schwartz’ın Psyche internet sitesinde 19 Ağustos 2020 tarihinde yayımlanan editörlüğünü Christian Jarrett’ın yaptığı “Why efficiency is dangerous and slowing down makes life better” başlıklı yazısı Aylin Çiğdem Köne tarafından çevrilmiştir. Erişim
Not 2: Öne çıkan görsel, Portekiz’in Ericeira köyünde kestiren bir balıkçı, Jose Manuel Ribeiro/Reuters