Kısa ancak çok etkileyici bu yazının çevirisinden önce Türkiye’de kişiler arası güven düzeyine ilişkin kısa bir bilgi paylaşmak istiyorum. Dünya çapında güven tutumlarını ölçmek için en yaygın kullanılan araçlardan biri, uluslararası bir araştırma projesi olan Dünya Değerler Araştırması’ndan (World Values Survey) gelmektedir. Araştırma kapsamında sorulan en genel soru şudur: “Genel olarak, insanların çoğuna güvenilebilir mi?” Norveç ve İsveç’te anket katılımcılarının %60’ından fazlası çoğu insanın güvenilir olduğunu düşünüyor. Türkiye’de çoğu insana güvenilebileceğini belirtenlerin oranı 1993’te %19,2 iken 2022’de bu oran %14’e düşmüş, tersinden söylersek %86 başkasına güvenmiyor. Ülkemizde kooperatifçiliği yasal düzenlemeler ve ekonomik teşvikler ile geliştirmenin çözüm olacağını savunanlar bu sonuçlar karşısında acaba ne düşünürler?


Biz insanlar ilişkisel varlıklarız; sürekli olarak bilgi alışverişinde bulunur, anlam yaratır ve geleceği hayal etmenin karmaşıklıklarını yaşarız. Bu süreçlerin temelini oluşturan şey ise güvendir. Mikro düzeyde, güven hayatı nasıl yaşadığımızı belirler. Makro düzeyde ise görüşmelere, işbirliklerine ve topluluklara kimin dahil edileceğini ve kimin dışarıda bırakılacağını belirler. İtalyan sosyolog Diego Gambetta’nın belirttiği üzere güven, esasen gelecek üzerine girilen bir bahistir: “Birine güvendiğimizi ya da birinin güvenilir olduğunu söylediğimizde, dolaylı olarak onun bizim için yararlı ya da en azından zarar vermeyecek bir eylemde bulunma olasılığının, herhangi bir işbirliğine girmeyi düşünmemize yetecek kadar yüksek olduğunu kastederiz”.

Bugün içinde yaşadığımız dünya, gittikçe artan bir kutuplaşma, kurumsal kırılganlık ve hızlı teknolojik değişimlerle tanımlanıyor. Yapay zekâ çağı gerçekten de geldi ve beraberinde korku, endişe ve belirsizlik getirdi. Bu ortamda sadece bireyler arasındaki değil, aynı zamanda insanlar ve kurumlar arasındaki güven ile onların niyet ve eylemlerine duyulan güven de sessiz sedasız aşınıyor. Belirtiler kimi zaman uğursuz, kimi zaman da anlaşılması güç; üslupta bir değişim, yanıtta bir gecikme ya da işbirliğinde bir tereddüt.

Güveni ilk olarak varlığıyla değil, yokluğuyla anlamaya başladım. Yaklaşık yirmi yıl önce kariyerime kalkınma sektörü profesyoneli olarak başladığımda, Hindistan’ın Gıda Hakkı kampanyasını değerlendirmek üzere Hindistan’ın doğusundaki Uttar Pradesh kırsalını dolaşan bir değerlendirme ekibine katılmıştım. Aşırı yoksulluk içinde yaşayan ailelerle uzun saatler geçirdim. Yetersiz beslenen çocukların annelerini dinledim, okullarda öğlen yemeği dağıtımını gözlemledim, ön saflarda görev yapan sağlık çalışanlarıyla konuştum ve politika ile uygulama arasındaki uçurumların izini sürdüm. Bir kadının altıncı çocuğunu yok denecek kadar az tıbbi destek ile doğurduğu küçük kerpiç bir evi ziyaret edişim hâlâ hatırımda. Bir karyolada sessiz yatıyordu, gözleri ifadesizdi, sanki boşluğa bakar gibiydi. Konuşamayacak kadar bitkindi ve bırakın çocuklarını, kendisine bile bakacak hali yoktu. Ev halkının yetersiz beslendiği açıkça belliydi.

O durgunlukta, yoksulluktan çok daha derin bir şeyin ağırlığını hissettim. Sessiz bir teslimiyet ve birilerinin, herhangi birinin yardıma geleceğine dair beklentilerin sönmesi. Devlet, kendisine acilen ihtiyaç duyulan yerde değildi ve bu insanlar hayatlarını tamamen kendi başlarına idame ettirmek zorunda kalmışlardı. Belki de güvende yaşanan her kırılmanın, taşıdığı bir tür keder var; insanlar arasında ya da vatandaşlar ve onlarla ilgilenmesi gereken kurumlar arasında bir zamanlar mümkün olan şey için tutulan sessiz bir yas. 2025 Edelman Güven Barometresi, artan şikâyetlerden bahsederken ben bunu genellikle keder olarak düşünürüm. (İlginçtir ki her iki kelime de aynı Latince kökü paylaşıyor: Ağır anlamına gelen gravis. Şikâyet (İngilizce grievance), tıpkı keder (İngilizce grief) gibi taşınan bir ağırlıktır).

O an açıkça anladım ki güven sadece bir değer değil, insanların karmaşık durumlara anlam verebilmelerine ve belirsizliklerle başa çıkabilmelerine yardımcı olan bir şeydir. Güven zayıflayıp azaldığında, korku hüküm sürer. Güvenin doğasına ilişkin (özellikle sürdürülebilirlik sorunlarını ele almak için kurulan işbirlikleri bağlamındaki) daha derin araştırmalarım bu tanıklık noktasından başladı. Yıllar boyunca hükümet, sivil toplum ve iş dünyası gibi çeşitli katılımcılarla yaptığım çalışmalar sonucunda, sıklıkla (yanlış) kullanılsa da güvenin sadece iyi hissettiren bir duygu olmaktan çok uzak olduğunu fark ettim. Güven, karmaşık ve çok boyutludur ve son derece ilişkiseldir. Güven, sürdürülebilir işbirliğini mümkün kılan bir tür sosyal sermayenin temelini oluşturur ve işbirliğinin başarısının kritik koşuludur.

Sürdürülebilirlik dönüşümü amaçlı ortaklıklar üzerine yaptığım araştırmalara ve kişisel deneyimlerime dayanarak, hem bilişsel (rasyonel) hem de duygulanım (duygusal) perspektiflerinden, güvenin gerçekte ne anlama geldiğini aydınlatan birbiriyle ilişkili altı boyutu vurgulayabilirim:

  • Güvenilirlik – Diğer tarafın taahhütlerini tutarlı bir şekilde yerine getireceğine dair inanç
  • Karşılıklılık – Adil ve dengeli bir değer alışverişi varsayımı
  • Yardımseverlik – Karşı tarafın sizin iyi oluşunuzu ve faydanızı gerçekten önemsediği hissi
  • Yetkinlik – Karşı tarafın sorumluluklarını yerine getirme kabiliyetine ve uzmanlığına duyulan güven
  • Özerklik – Karşı tarafın sürekli gözetim olmadan da ortak amaçlar doğrultusunda hareket edeceğini bilmek
  • Anlayışla karşılama – Birbirinizin zayıflıklarını, katkılarını ve kimliklerini kabul etme

İlginçtir ki güvenin ne kadar kırılgan olduğu genellikle açıkça kabul edilmez veya bundan bahsedilmez. Bununla birlikte, güvenmenin özünde kırılganlık yatar. İnsanoğlu olarak doğamız gereği savunmasız varlıklarız. Kendi kendimize yetiyormuşuz ve kontrolü elimizde tutuyormuşuz gibi davranabiliriz, ancak varlığımız başkalarına (ilişkilere, kurumlara, ekosistemlere) bağlıdır. Bunu kabul etmek rahatsız edicidir, çünkü kırılganlık genellikle zayıflık olarak düşünülür. Kırılganlık hakkında konuşur ve erdemlerini yüceltiriz, ancak kendimizde veya başkalarında bununla karşılaştığımızda nasıl davranacağımızı hiç bilmeyiz.

Milyar dolarlık kişisel gelişim endüstrisi, bizi kendi başımıza hayatta kalıp gelişebileceğimize ikna etmek istiyor; modern yaşam ise bizi kendinden emin ve kendine yeten biri gibi görünmeye teşvik ediyor. O halde, kırılganlığın zırhımızda gizlemeye çalıştığımız bir çatlak olarak görülmesi şaşırtıcı değildir. Bir ihtimal bu çatlak sayesinde ışığın içeri girdiğini unutmuşuzdur.

Bu, mevcut dünya düzeni için ve hatta sıradan yaşamlarımız için ne anlama geliyor? Her şeyden önce, topluluklar, sektörler ya da sınırlar arasında bir uyum yaratmayı umuyorsak, bol miktarda güvene ihtiyacımız var. Güven iki yönlü değildir ve insanlara güveni aşılayamazsınız ya da  onları güvenmeleri için zorlayamazsınız. Fakat buna rağmen, güvenin kök salması ve gelişmesi için gerekli koşulları yaratabiliriz. İnsanların birbirlerinin niyetlerini, yeteneklerini ve değerlerini anlamaya başladıkları istikrarlı etkileşim, tam da güvenin ihtiyaç duyduğu besindir. En küçük bir güven tohumu bile etkileşime girme isteğine işaret edip iletişim ve işbirliğinin kapısını açabilir.

Belirsizlik ve parçalanma dolu çağımızda güven; diyalog, saygı ve ahlaka erişmemize yardımcı olabilecek görünmez bir merdiven gibidir. Hindistan’dan çıkan en iyi yazarlardan biri olan Arundhati Roy’un bir zamanlar yazdığı üzere, “Başka bir dünya sadece mümkün değil, aynı zamanda yolda. Sakin bir günde onun soluğunu duyabiliyorum.” Güven dünyayı bir gecede değiştirmeyebilir, ancak o dünyaya doğru yürümeye başlamamızı sağlayan şey de güvendir. Her seferinde bir adım, bir konuşma, bir ilişki.


Not 1: Roma Kulübü üyesi ve Friedrich Alexander Üniversitesinde doktora araştırmacısı olan Supriya Singh’in The Club of Rome internet sitesinde 26 Mayıs 2025 tarihinde yayımlanan yazısı Barış Soysaraç tarafından çevrilmiştir. Erişim

Not 2: Öne çıkan görsel,  Gerd AltmannPixabay

Kategori(ler): Görüş Yazıları

Bir yorum

Ayrışma Döneminde Güven

  1. Tek kelimeyle harika bir başlangıç.
    O altı boyutta geçen eylemlere bakalım mı? Güvenmeyi saymayalım, çünkü zaten edimin kendisi. İnanmak, bilmek, kabul etmek, hissetmek, varsaymak.

    Bunları ne ile temin ederiz? Bence tek yolu var: göstermekle, açık açık sergilemekle. “İnanabilir, kabul edebilir, varsayabilir, hissedebilir ve sonunda bilebilirsin. Çünkü bizzat deneyimledin, kendin sorguladın.” diyebiliyor musunuz?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir