Tarım ekonomisti Prof. Dr. Tayfun Özkaya tarım politikası, tarımsal yayım ve kırsal kalkınma, yerel tohumlar, biyoçeşitlilik ile doğa ve insan dostu tarım sistemleri, topluluk destekli tarım grupları üzerinde yoğunlaşan değerli çalışmaları ile bizi aydınlatıyor. Geçtiğimiz günlerde Sayın Özkaya ile “Başka Bir Tarım Politikası ve Agroekoloji: Buğday ve Çay Örnekleriyle” başlıklı kitabı üzerine konuştuk.


Hocam, öncelikle yeni kitabınız için kutlarız. Türkiye’de tarım çok ciddi bir ekonomik ve ekolojik kriz içindeyken endüstriyel tarımın ve neoliberal tarım politikasının alternatifini kitabınızda ortaya koyuyorsunuz. Kitabınızın ortaya çıkış sürecini sizden dinleyebilir miyiz?

Aslında başlangıçta böyle bir kitap yazmak niyetinde değildim. Geçen sene haziran ayında ilan edilen buğday, çay fiyatları çok düşüktü; çiftçileri bir sonraki yıl üretime teşvik edecek durumda değildi. Onun üzerine bir makale yazayım dedim fakat makale gittikçe büyüdü. Dünyadaki buğday, soya, pirinç, mısır gibi temel birtakım ürünlerin fiyatlarını incelerken Amerika Birleşik Devletleri’nin damping politikasına da derinlemesine indik.

Kitabı kendi imkânlarımla 300 adet kadar bastırdım. Amacım bu konularda bir etki yaratabilmek. İsteseydim 1.000 adet basacak yayınevi bulabilirdim ama basım kararı için biraz fazla zaman geçebilirdi. Önce bunu istemedim. Ayrıca, yayınevleri ne kadar radikal olursa olsunlar sistem içinde kâr elde etmek ve büyümek istiyorlar. Bu nedenlerle yazara az kitap veriyorlar. Daha önemlisi dijital versiyona pek yanaşmıyorlar. Yanaşsalar bile bu versiyonu da oldukça pahalı oluyor. Aslında basılı ve dijital, her iki formda da fiyat fazla oluyor.

Kitabımı edinmek isteyenler https://tayfunozkaya.com/kitaplar adresinden satışı ile ilgili bilgilere ulaşabilirler.

Agroekoloji genellikle bir hayal olarak nitelendiriliyor. Daha ılımlı bakış açısından ise uzun vadede mümkün olabileceği, kısa ve orta dönemde ise gerçekçi bir çözüm olmadığı düşünülüyor. Siz agroekolojinin bir çözüm olabileceğini savunuyorsunuz. Nasıl bir çözümden söz ediyorsunuz?

Agroekoloji bu kadar ön plana çıkmadan önce organik tarım vardı. Organik tarımda verim düşer şeklinde bir algı vardı. Bu, genel olarak bütün dünyada ziraat mühendisleri ve tarımcılar tarafından da kabul edilmişti. Tabii bir sistemden başka bir sisteme geçmek, birtakım sorunlar getirir. Dolayısıyla burada bir geçiş aşamasının getirdiği bazı sıkıntılar olacaktır.

Mesela, azaltılmış toprak işlemeye veya işlemesiz tarıma geçerken daha önceki endüstriyel tarımda bazı otlar aşırı derecede çoğaldılarsa onları zapturapt altına almanız gerekiyor. Toprakta böcekler varsa onları yok etmek istiyorsunuz. Toprağı beslemede de birtakım sorunlar olabilir. Dolayısıyla bu tür sorunlar her zaman olabilir. Gerçekten de genel olarak organik veya agroekolojik tarıma ilk geçişte bir-iki yıl bir verim düşüşü olabiliyor. Fakat daha sonraları son derece hızlı bir şekilde toparlıyor ve eski verimlerin üstüne çıkıyor.

Kitapta da yazdım; değişik araştırmalar var. Mesela Amerika’da Rodale Enstitüsü’nün yapmış olduğu araştırmalar. Türkiye’de olduğu gibi ABD’de de ziraat fakülteleri genel olarak endüstriyel tarım taraftarı maalesef. Ancak Rodale Enstitüsünde geniş tarlalar halinde yapılan araştırmalar, ekolojik tarıma geçişte verim sorununun kısa bir zamanda çözüldüğünü ve istatistiksel olarak endüstriyel tarım ile bir verim farkı olmadığını ama özellikle kurak geçen yıllarda yüzde otuza varan bir verim farkı üstünlüğü olduğunu gösteriyor. Şimdi giderek bir küresel iklim değişikliğine gittiğimize göre, iklimde çok hızlı bir şekilde değişiklikler olduğuna göre demek ki agroekoloji bugün için başabaş dediğimiz verimlilik konusunda ileride çok daha pozitif olabilecek.

İkili makas arasında ezilen çiftçinin kurtuluş yolu olarak agroekolojiyi görüyoruz.

Agroekolojiyi benimsemek çiftçilere ne gibi faydalar sağlar?

İkili makas arasında ezilen çiftçinin kurtuluş yolu olarak agroekolojiyi görüyoruz. Çünkü agroekoloji endüstriyel girdilerden kurtulmayı öngörüyor ve böylelikle çiftçiler şirketlere karşı göreli bir otonomi kazanıyorlar. Eğer bir de tüketicilerle ittifak yaparak ürünlerini doğrudan tüketicilere iletme imkânı bulurlarsa, o zaman bu sistem içinde bile ellerine geçen fiyatlar konusunda kısmi bir denetime sahip olacaklar. Dolayısıyla agroekoloji aslında çiftçiler için, tüketiciler için, bütün toplum için de bir kurtuluş. Kitabımda bunu vurgulamaya, örneklendirmeye çalıştım.

Prof. Dr. Tayfun Özkaya

Türkiye’de tarım krizde. Bu krizi siz nasıl görüyorsunuz?

Sadece Türkiye tarımı değil bütün dünya tarımı aslında bir kriz içinde. Krizler bir değil, birden fazla kriz var. Kabaca söylersek birincisi ekolojik bir kriz ile karşı karşıyayız. Bir de ekonomik bir krizle karşı karşıyayız. Son üç dört yıldır, mesela, mazot fiyatları korkunç arttı. Kimyasal gübre fiyatları, tarım ilaçları, yem fiyatları çok arttı. Bunda kısmen Türkiye ekonomisinin dışa bağımlılığı da etken. Biliyorsunuz bizim sanayimiz dışa bağımlı ama tarımımız da dışa bağımlı. Mesela, hayvancılık yapmak için yem gerekiyor maalesef. Agroekoloji kesif yemlere karşı meraları geliştirmekten yana ama Türkiye kesif yem veya sanayi yemi diye bildiğimiz yemlerin hammaddelerinin büyük bir kısmını ithal ediyor. Yani mısır, soya, vitaminler ithal ediliyor. Beri taraftan Türk parasının değerinin düşmüş olması, haliyle bu tarım girdilerinin fiyatlarının roket gibi yükselmesine yol açıyor.

Bunların hepsi uç uca eklendiğinde çiftçiler ikili bir makas arasında şiddetli bir şekilde eziliyorlar. Bu aslında evrensel bir şey. Yani ABD’de de çiftçiler böyle bir durumla karşı karşıyalar. Özellikle neoliberal dönemden bu yana bütün dünyada tarım politikaları değişti. Yeni kitabımda bunu da anlatmaya çalıştım biraz.

Tarımın çoklu krizlerinde uygulanan neoliberal politikaların rolü nedir?

Tarım politikaları neoliberal ilkelere göre düzenleniyor. Mesela, ABD’nin daha önceki tarım politikaları çiftçilerin ellerine geçen fiyatlarda bir garanti sistemi yaratıyordu. Ürünün piyasa fiyatı belli bir seviyenin altına düştüğünde çiftçi ürününü belirlenmiş fiyat üzerinden devlete verebiliyordu. Dolayısıyla alıcılar şirket de olsalar devletin koyduğu bu düzeyin altına inemiyorlardı. Ama neoliberal dönemde bu değişti.

Türkiye’de de aynı şekilde, destekleme alımları kesinlikle ortadan kalktı ve şu anda prim uygulaması var. Hiçbir şekilde çiftçinin eline geçen fiyatları etkileyebilecek bir politika izlenmiyor. Primler neoliberal ideolojiye çok uygun. Neoliberaller; devlet veya değişik kurumlar fiyatları desteklerse, (bu destek girdiler ya da ürünler için olabilir), o takdirde “serbest piyasa” denilen şeyin ortadan kalkacağını savunuyorlar. Aslında böyle bir serbest piyasa ne Amerika’da ne Türkiye’de var.

Amerika’da bir çiftçi malını satmak istediği zaman karşısına sadece bir firma çıkıyor.[i] Eğer iki firma çıkıyorsa o iki firma zaten fiyat konusunda anlaşmış oluyorlar. Bu Türkiye’de de böyle; mesela süt firmaları kendileri aralarında piyasayı bölüşmüş vaziyetteler. Süt fabrikaları birbirleriyle son derece içli dışlı çalışıyorlar. Dolayısıyla fiyatlar konusunda kesinlikle anlaşmaları var ama tabii bu anlaşmaları yazılı yapmıyorlar. Yazılı yaparlarsa Rekabet Kurulu cezalandırabilir.

Aslında küçük üretici, primleri genellikle alamıyor. Neden? Çünkü bunun için tarım ilçe müdürlüğüne gitmesi lazım. Tarım ilçe müdürlüğü birtakım aidatlar kesiyor. Ondan sonra internet üzerinde birtakım işlemler yapması gerekiyor. Çiftçi için bunların bazıları zor olabiliyor. Sonuçta bir bakıyorsunuz ki küçük üretici için verilen primlerin hiçbir anlamı yok. O yüzden almaktan vazgeçebiliyorlar da.

ABD’nin istatistiki verileri prim şeklinde ödenen bu desteklerin aslında bir yerde şirketlerin cebine girdiğini gösteriyor. Verilen primler şirketlerin çiftçinin ürününü daha ucuza almasına yol açıyor. Türkiye’de de benzer bir durum var şirketler fiyatlar üzerinde denetim kurabiliyorlar.

Tarım Bakanlığının prime dayalı neoliberal politikayı kökten değiştirmesi gerekir.

Prime dayalı destek sistemini kullanan tarım politikasının alternatifi nedir?

Tarım Bakanlığının prime dayalı neoliberal politikayı kökten değiştirmesi gerekir. Bakanlığın hem girdilerin fiyatlarını hem de çiftçilerin eline geçen fiyatları etkileyecek bir politika izlemesi lazım. Bunu doğrudan yapmak zorunda değil, kooperatifleri kullanarak da yapabilir. Mesela, diyelim ki kooperatiflere ürün satın alabilmeleri için düşük faizle kredi açabilir ve onlar daha iyi fiyatlarla çiftçilerden alım yapabilirler. Bunun hiç imkânı olmayan yerlerde devlet bizzat kendisi mesela Toprak Mahsulleri Ofisi aracılığı ile alım yapabilir. Fakat şu anda o kadar az alım yeri var ve o kadar az miktarda alım yapıyor ki bu alımlar piyasayı etkilemiyor. Dolayısıyla bu, şirketlerin lehine işliyor.

Tarım Bakanlığının agroekolojiyi desteklemesi gerekiyor ama böyle bir şey görmüyoruz. Desteklenen girdilerin hepsi endüstriyel girdiler: Mazot, kimyasal gübre, şirket tohumları destekleniyor. Halbuki bu politikanın değiştirilmesi gerekir. Agroekolojiyi etkileyecek tarzda bir destek politikasının benimsenmesi lazım.

Belediyelerin alımları çok önemli; kooperatiflerin ayakta kalmalarına yol açıyorlar. Belediyenin öncelikle böyle bir politikasının olması lazım.

Peki, belediyeler agroekolojiye geçişte bir rol üstlenebilir mi?

Tabii, belediyeler burada bir rol oynayabilirler. Ama belediyelerin bir kısmı agroekolojiden habersiz veya çabuk netice almak için gübre dağıtımı, yem dağıtımı gibi yollara gidiyorlar. Bu, İstanbul gibi çiftçisi çok az olan bir ilde problem olmayabilir. Fakat Muğla, Aydın, Denizli, Konya gibi çiftçi sayısının fazla, tarımsal üretim değerinin yüksek olduğu yerlerde bu politika yürümeyecektir. Mazotu, kimyasal gübreyi ucuzlatabilirsiniz ama bunu destekleyecek bir mali yapınız nerede var?

Latin Amerika’da, Norveç gibi ülkelerde, belediyeler yaptıkları alımların bir kısmını ekolojik ürüne döndürüyorlar ve böylelikle bu alanı destekliyorlar. Belediyelerin alımları çok önemli; kooperatiflerin ayakta kalmalarına yol açıyorlar. Belediyenin öncelikle böyle bir politikasının olması lazım.

Genel olarak politikacıların agroekolojiye bakışı nasıl?

Politikacılar genelde agroekoloji gibi uygulamaları benimsemiyorlar. İçlerinde agroekolojiden habersiz olanlar var ama asıl sebep çok hızlı sonuç göstermek istemeleri. Agroekoloji bir dönüşüm ve bu dönüşüm birdenbire ortaya çıkmıyor. Üstüne koya koya koya, yavaş yavaş oluyor. Bu politikacılar belediye başkanı da olsalar veya merkezi yönetimde iktidara da sahip olsalar, hızlı sonuç almak isteği değişmiyor. Kimyasal gübre fiyatını düşürmek veya mazotu ucuzlatmak, fide veya tohum dağıtmak gibi hızlıca uygulanabilen destekler sanki çiftçiye hemen bir refah getiriyor gibi görünüyor. Bu yüzden politikacılar tarafından tercih ediliyorlar.

Başka bir şey daha var. Bu, agroekolojiye geçmiş olan ülkelerde görülüyor. Mesela Küba 1990’larda karşılaşmış olduğu kriz sonucunda ithalat yapamaz hale geldi. Daha önce Sovyetler Birliği’ne iyi koşullarda sattığı şeker karşılığında oradan petrol, makine, kimyasal, tarım ilaçları vs. satın alıyordu. Bu olanak birdenbire bitince çaresiz kaldılar. Birden bir çözüm bulmak istediler ve agroekolojiye geçtiler. Burada Ulusal Küçük Çiftçiler Birliği (ANAP) büyük bir rol oynadı ve hızla agroekolojiye geçildi. Fakat şimdi ne görüyoruz? Bu kitabı yazarken Küba’nın kaynaklarına baktım. İşler biraz düzelince maalesef orada da yöneticiler tekrar endüstriyel tarıma geçmek istediler ve zaten büyük birtakım işlerde agroekolojiye hiç geçilmemiş.

Bu aslında bir iktidar sorunu diye düşünüyorum. Çünkü GDO, tarım ilaçları, kimyasal gübreler gibi şeylerde merkezileşmiş bir güç politikacıların ellerinde oluyor. Her şeyi kontrol ediyorlar. Halbuki agroekoloji dağınık bir şey. Agroekoloji çiftçinin bağımlılıklarını azaltmayı öngörüyor. Agroekolojide çiftçiler büyük ölçüde kendi ürettiği girdileri kullanıyorlar. Bu, politikacıların hoşuna gitmiyor. Küba’daki politikacıların da hoşuna gitmemiş herhalde ki tarım bilimleri ile ilgili merkezlerdeki yöneticiler veya üst yöneticiler hâlâ şiddetli bir şekilde GDO’yu övüyorlar.

Agroekolojinin çiftçiden çiftçiye yöntemi var. Bu yöntem dünyada özellikle Latin Amerika ülkelerinde çok başarıya ulaştı.

Diyelim ki agroekolojiye geçiş için bir politik irade ortaya çıktı. Uygulanması nasıl mümkün olur?

Agroekolojiye böyle bir yılda geçemezsiniz; bu mümkün değil. Bir plan yapıp zaman içinde bunu arttırabilirsiniz. Çiftçileri ikna etmeniz gerekir, yani zorla yapacak değilsiniz. Mesela çiftçiler zeytinliklerin altını sürüyorlar, çok yanlış bir şey. Halbuki otları bırakıp sonra biçmek gerekir. Ama çiftçilerin kafasında böyle yaparsak bu problem olur mu, hastalıklar yayılır mı gibi düşünceler var. Çiftçileri ikna etmek için bir zaman gerekiyor tabii ki. Bunun için agroekolojinin çiftçiden çiftçiye yöntemi var. Bu yöntem dünyada özellikle Latin Amerika ülkelerinde çok başarıya ulaştı.

Kısa vadede taktik olarak, gerek merkezi yönetim gerekse de belediyeler agroekolojiye inanırlarsa eğer, bir geçiş aşamasında bu endüstriyel girdileri kısmen desteklemeye devam edebilirler. Fakat burada bir dengeyi gözetmek gerekiyor yani ayağınızı buraya basarken bir taraftan da öbür tarafa doğru gücünüzü hızlı bir şekilde kaydırmanız gerekir. Eğer endüstriyel girdileri desteklemek konusunda kilitlenirseniz o zaman endüstriyel tarım sürgit gidiyor.

Brezilya’da buna benzer olaylar yaşandı. Yapılan bazı desteklemeler, bazı çiftçilerde “Tamam, artık agroekolojiye gerek yok, öyle devam edebiliriz!” gibi bir algı da yarattı. Taktik olarak bir geçiş yani endüstriyel girdilerin bir geçiş aşamasında kısmen desteklenmesi, bu mümkün. Fakat stratejik olarak kesinlikle agroekolojik bir politika, dönüşüm politikası gerekiyor. Aksi takdirde bu kriz koşullarında işin içinden çıkamamış oluruz.

Agroekoloji çiftçiler için bir kurtuluş yolu olduğu gibi, aynı zamanda kooperatifler için de bir kurtuluş yolu.

Tarım kooperatifleri agroekolojik yöntemleri kullanabilirler mi? Bu yöntemler kooperatiflerin sürdürülebilirliğine katkıda bulunur mu?

Agroekoloji çiftçiler için bir kurtuluş yolu olduğu gibi, aynı zamanda kooperatifler için de bir kurtuluş yolu. Bazı kooperatiflerimiz tek bir ürünü benimsiyor. Mesela bölgemizde süte yoğun yatırım yapan bazı kooperatifler var. Bu kooperatifler çok başarılıymış gibi gözüküyor. Fakat bakıyorsunuz kooperatif ortağı süt üreticisi çiftçiler “Biz ancak boynumuzu dışarıda tutabiliyoruz. Tamam ayaktayız ama durumumuz çok iyi değil, zor bela yürütüyoruz.” diyorlar.

Kooperatiflerinin pozitif yönde bir rolü var, çiftçinin eline geçen fiyatlar biraz daha yüksek olabiliyor veya yemi biraz daha ucuza alabiliyor. Fakat yarattıkları ekonomi çok büyük değil, gene büyük şirketler kazanıyor. Hele ürünlerini şirketlere çiğ süt olarak satarlarsa, asıl kazanç şirketlerde kalıyor. Üretici çiftçi kooperatiften fazla yararlanamıyor. Kooperatif sadece göreli bir fark yaratıyor. Kooperatif, ürünlerini marketlerle satmaya kalktığında marketler büyük güce sahip oldukları için kooperatife düşük fiyatları empoze ediyorlar; ondan sonra da bu ürünleri çok yüksek fiyatlarla satıyorlar. O zaman tüketici de bu kooperatiften pek yararlanmıyor.

Tek yönlü monokültür bir kooperatifçilik bir yandan ekolojik problemlere de yol açabiliyor. Örneğin hayvancılık kooperatifi bir yerde yayıldığı zaman, Ege’de böyle örnekler var, bu defa hayvancılık daha fazla yayılıyor. Bu hayvanlar endüstriyel tarzda beslendiği için yem kullanılıyor. Ondan ovalarda yem bitkileri ekildiği, yoğun bir şekilde gübre kullanılıp doğru dürüst tedbir de alınmadığı için yeraltı sularının kirlenmesi sözkonusu olabiliyor. Veya su problemi yaratıyor çünkü bu hayvanlar çok fazla su tüketiyor. Bir süre sonra bu kooperatifler bakıyorlar ki aslında o kadar da başarılı değiller, hatta hiç başarılı değiller. Bunların bazı yöneticileriyle konuştuk “Keşke hayvancılık kooperatifi olmasaydık da çoklu ürün, polikültür yapsaydık.” diyorlar.

Agroekolojide polikültür yani birden fazla ürün esastır. Kooperatiflerin agroekolojik tarzda çaba göstermesi üreticileri çok güçlendirir ve birtakım yeniliklerin yayılmasında kooperatifler çok iyi roller oynayabilirler. Hele bir de ürünlerini bizzat kendileri veya tüketim kooperatifleriyle, gıda gruplarıyla eliyle satabilirlerse o takdirde çok çok daha iyi bir politika olacaktır. Fakat son dönemlerde özellikle İstanbul’da, tüketim kooperatiflerinde bir kriz belirdi. Mağaza kiralarında bazı durumlarda on misline yakın artışlarla karşılaştılar ve bazıları kapandı. Ama ben gene de tüketim kooperatiflerinin, gıda gruplarının bir çıkar yolu olacağını düşünüyorum. Son dönemde ihraç edilen birçok ürünün geri dönmesi ve bunun haberlere yansıması İzmir’deki bazı gıda gruplarına yüksek düzeyde üye olma talebi yarattı. Bazı gıda gruplarının üye sayıları çok hızlı arttı. Yeni gıda grupları kurulacak. Olumsuz bir şeyden pozitif bir sonuç çıktı. Son dönemde hem gıda gruplarına hem de ekolojik üretim yapan arkadaşlara hızlı bir dönüşüm oldu.

Özetle, ben diyorum ki agroekolojik bir yolda gitmeyen bir kooperatif bir gün bir krizle karşılaşıp yok olma tehlikesiyle her zaman karşı karşıya gelebilir. Çünkü ürünlerini marketler yoluyla satıyorsa, girdilerini gene büyük şirketlerden alıyorsa, o da çiftçi gibi bu ikili makas arasında ezilmek durumundadır. Bunların örneklerini bölgemizde çokça gördük. Umarım önümüzdeki dönemlerde kooperatiflerimiz agroekolojiye yönelirler.

Bence bu tarım politikalarının değişmesi konusunda herkesin bir rolü var.

Hocam okuyucularımıza iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?

Bence bu tarım politikalarının değişmesi konusunda herkesin bir rolü var. Şehirlerdeki tüketiciler gıda grupları kursunlar, tüketim kooperatifleri kursunlar, çiftçilerle iletişim içine girsinler. Bütün sorunları geleceğe ertelemek olmaz çünkü her şeyden önce zehirleniyorlar. Bu mücadeleyle olur. Çiftçilerin de biraz yeni bakışlar getirmeleri gerekir.

Tarım Bakanlığı birtakım raporlarında agroekoloji lafı ediyor fakat bu böyle göstermelik oluyor. Raporun içinde agroekoloji kelimesi de geçiyor, permakültür de geçiyor, hepsi geçiyor ama çok içeriksiz bir şekilde; bu tabii hoş bir şey değil. Belediyeler politikalarını belirlerken agroekolojiyi dikkate almalılar.

[i] Tarım için kritik öneme sahip altı sektördeki şirket yoğunlaşmasının durumunu inceleyen “Top 10 agribusiness giants: corporate concentration in food & farming in 2025” başlıklı raporun bulgularına göre; ele alınan sektörlerin çoğunda şirket yoğunlaşması artmıştır ve bu sektörlerden dördü (tohumlar, tarım ilaçları, tarım makineleri ve hayvansal ilaçlar) dört şirketin pazarın %40’ından fazlasını kontrol ettiği oligopol tanımına uymaktadır.


Not: Öne çıkan görsel, Sasun BughdaryanUnsplash

Kategori(ler): Söyleşiler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir