Siyaset uzun zamandır ekonomik faaliyetlerin getirdiği riskleri toplumsallaştırırken kazançları özelleştirmiştir. Değer yaratmaya dair geleneksel anlatıyı en baştan gözden geçirmedikçe yenilikler, tüm paydaşlar (işçiler ve vergi mükelleflerinden işletmelerin faaliyet gösterdiği toplumlara kadar) yerine sadece hissedarlara fayda sağlamaya devam edecektir.

Kolektif zekâ, çok sayıda insanın zorlu görevler üzerinde ortaklaşa çalıştığı ve her birinin bütüne farklı bir şey kattığı bilgi ekonomisinin özünü yakalamayı amaçlayan bir slogan haline geliyor. Bu ise devamlı bir deneme ve yenilik yaratma sürecini beraberinde getiriyor ve büyük buluşlara yol açıyor. Dahası yapay zekânın yaygınlaşmasıyla birlikte bu sürece katılanların insan olmasına bile gerek yok. Ne güzel bir fikir, değil mi?

Böyle anlatınca kulağa çok cazip gelse de buluşların nasıl yapıldığına dair romantik anlatılarımız, bu işbirliğinin hangi koşullar altında gerçekleştiğininin üstünü kapatıyor. Katılımcılar kimler? Asıl değeri kimler yaratıyor? Ödüller nasıl pay ediliyor? Mevcut durumdan çıkarı olanlar bu soruları sormamamızı tercih ederler.

Fakat bunlar çok yerinde sorular çünkü yenilikçiliğe katkıda bulunanların çoğu genellikle göz ardı ediliyor. Hem devlet hem de emekçiler sürekli olarak dışarıda bırakılıyor. Bu duruma 2013 tarihli Girişimci Devlet kitabımda dikkat çekmiş ve özel sektörü tüm riskleri üstlenen bir değer yaratıcı, devleti ise tamamen riske girmeyen veya değer yaratmayı engelleyen olarak görme eğilimini incelemiştim. Bu kemikleşmiş düşünce şekli, ABD’nin 31,9 milyar dolarlık kamu yatırımıyla desteklenen mRNA COVID-19 aşıları gibi inovasyonların finansmanında devletin rolünü göz ardı etmektedir.

Değer yaratmaya dair geleneksel anlatıyı en baştan gözden geçirmedikçe yenilikler, tüm paydaşlar (işçilerden işletmelerin faaliyet gösterdiği toplumlara kadar) yerine sadece hissedarlara fayda sağlamaya devam edecektir. “Paydaş değerinin” bir kurumsal yönetim hilesi olmaktan öteye geçebilmesi için hem değerin ortaklaşa yaratıldığını kabul etmeli hem de elde edilen ödüllerin kapsamlı bir şekilde tüm yaratıcılar arasında paylaşılmasını sağlamalıyız.

Örneğin, 2010 ile 2019 yılları arasında, tekrar reel ekonomiye yatırılması gereken toplam 6,3 trilyon dolar tutarında kâr, hisse geri alımlarında kullanıldı. Daha da fenası, mevcut sistemde vergi cennetleri, kaybedilen kurumlar vergisi geliri olarak hükümetlere yılda 500-600 milyar dolara mal oluyor ve varlıklı bireyler hesaba katıldığında bu rakam daha da artıyor. Bu yaklaşım, tüm paydaşların kolektif zekâ ve ortak çalışmanın ödüllerinden yararlanmasını engelliyor.

Sorunu çözmek için öncelikle kolektif zekânın nasıl değer yarattığını anlamak gerekir. İşbirliği bilgi paylaşımını gerektirir, ancak bilgi ve araştırmayı özelleştirirsek işbirliği zorlaşır. Yatırım ve inovasyonu teşvik etmek için fikri mülkiyet haklarına sahip olmak mantıklıdır. Ancak bu haklar çok geniş olursa, stratejik nedenlerle kötüye kullanılabilirler. Eğer çok güçlü olurlarsa, teknolojilere erişmek veya lisans almak zorlaşır. Ve temel araştırma araçlarının özelleştirilmeye devam etmesiyle birlikte çok fazla yoğunlaşırlarsa, buluşlar ve inovasyon zarar görecektir.

ABD örneğinde patentler bir işletmeye 17 yıllık tekel kârı sağlayan sözleşmelerdir. Dolayısıyla bu bahsedilen hususlar göz önünde bulundurularak müzakere edilmeli ve yönetilmelidirler. Sadece bir tür piyasa başarısızlığı olan asimetrik bilgiyi düzelten bir araç olarak kullanılmak yerine, geniş çapta bilgi-yönetim sistemlerini şekillendirmelidirler.

Gerçek bir kolektif zekâ çerçevesi, (örneğin tıp alanında) patentlerin ve bilginin üretilme ve paylaşılma şekillerini belirleyen diğer sözleşmelerin yapısını nasıl değiştirebilir? Daha önce de belirttiğim gibi, tüm ortak ekonomik faaliyetlerimizin amacı ortak iyiye hizmet etmek olmalıdır. İşbirliği ve ödüllerin dağıtımı konusundaki düşüncelerimize rehberlik etmesi gereken ilke budur.

Zenginlik toplumsal olarak yaratıldığında, işbirliği sürecindeki birçok ortak, hiçbir getiri garantisi olmayan bir risk almış olacaktır. Kolektif zekâ ne kadar güçlü olursa olsun başarısızlık her zaman olasıdır. Ancak başarı elde edildiğinde, kazanç da riskler kadar geniş bir çapta dağıtılmalıdır. Aksi takdirde bu düzenleme ortaklık olmaktan çıkıp asalaklığa döner.

Karşılıklı bir inonasyon ekosistemi, parasal ödüllerin (kâr paylaşımı veya öz sermaye planları gibi) veya bilginin paylaşılmasını ya da nihai ürünlerin (mesela ilaçların) fiyatlarının onlara yapılan kolektif yatırımı yansıtmasını sağlayacaktır. İlaçlar bir yana, dijital teknolojiler ve yenilenebilir enerjide de durum nadiren böyledir. Örneğin, birçok yenilenebilir enerji şirketi cömert vergi indirimlerinden faydalanmaktadır, bu da demektir ki kamu kazançtan pay almadan bu şirketlerin kâr marjlarına katkıda bulunmaktadır.

Dijital alanda, ortak iyiye odaklanan bir yaklaşım, yapay zekâ gibi yeni teknolojilerin kamusal değer yaratmak için fırsatlar oluşturmasına olanak verecektir. Burada çeşitlilik esastır, çünkü inovasyon farklı bakış açılarından güç alır. Tam da bu sebeple Apple, ürünlerini tasarlamaya yardımcı olmaları için müzisyenleri, tasarımcıları ve sanatçıları işe almıştır. Ay’a ilk iniş, NASA’daki farklı bölümler tepeden inme bir yaklaşımla değil birlikte yan yana çalıştıkları için başarıya ulaşmıştı.

Kolektif zekâ, sadece silolar yaratan ve ortaya gereksiz riskler çıkaran grup düşüncesi değildir. Daha önceki bir yorumumda yapay zekâ destekli sistemlerin adil olmayan toplumsal önyargıları yeniden ürettiği konusunda uyarmıştım. Daha iyi bir gözetim olmadan, kamu sektörünün sosyal yardımları idare etmesine yardımcı olması beklenen algoritmalar, ihtiyaç sahibi haneler arasında ayrımcılık yapabilir.

Son olarak, sesinizi duyurun çünkü en büyük sorunlarımıza kalıcı çözümler bulmak için her geçen gün daha fazla itiraz ve müzakere gerekiyor. Kimlerin sesi en yüksek çıkıyorsa, kimlerin en iyi avukatları varsa ve kimler inovasyonun yönünü belirleyip amacını tanımlama gücüne sahipse, siyasi sonuçları çoğu kez istedikleri gibi çarpıtabiliyorlar.

Dijital verilerin toplanması ve analiz edilmesi bir avuç kişiyi kişiyi zengin mi etmeli, yoksa mesela konutların daha uygun fiyatlı ve erişilebilir olmasına yardımcı olarak bizi özgürleştirmeli mi? Veri gizliliğine ilişkin artan endişelere rağmen teknoloji tüketicilerinin, kişisel verilerini şirketlere nasıl genellikle ücretsiz verdikleri düşünülürse bu teknolojilerin nasıl geliştirildiği konusunda söz sahibi olmaları gerekmez mi?

Bir de iklim değişikliğini düşünün. Yerli halklar, bu soruna onu yaratanlardan çok daha ağır bir şekilde katlanıyor. Amazon ve onun nasıl korunacağı tartışılırken masada önemli bir konuma sahip olmaları gerekmez mi? Küresel bir salgın anlaşması için yapılan son müzakerelerde, ortaya çıkan ürünlere erişebileceklerine dair herhangi bir garanti verilmeden, düşük gelirli ülkelerden patojene dair verilerini paylaşmaları istenmişti. Bu paydaşların ilaç alanındaki yeniliklerin geleceğinin yanı sıra bu yeniliklerin ödüllerinin nasıl dağıtılacağı konusunda da söz sahibi olmaları gerekiyor.

Değerin nasıl işbirliğine dayalı yenilikler aracılığıyla yaratıldığı ve dağıtıldığı gerçeği ne yazık ki pek bilinmiyor. Değerin özel sektör tarafından yaratıldığı ve devletin en iyi ihtimalle riski azalttığı ve krizi yönettiği efsanesini çürüterek yeniliklerin nasıl işlediğine dair doğru bir anlayış geliştirebiliriz. Kolektif zekânın gücünden yararlanmak istiyorsak, bir ortak iyi çerçevesini benimsememiz gerekecektir. Günümüzdeki küresel sorunların boyutu göz önüne alındığında, bunu hızla yapmamız şart.


Not 1: Mariana Mazzucato’nun 5 Ağustos 2024 tarihinde Project Syndicate’de yayımlanan yazısı Barış Soysaraç tarafından çevrilmiştir. Erişim

Not 2: Öne çıkan görsel, Megan_Rexazin_Conde — Pixabay 

Kategori(ler): Görüş Yazıları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir