Bugün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Hafta boyunca pek çok kadın başlıklı konu açıldı önünüze. Kadın meseleleri çok derin, çok katmanlı. Politikadan eğitime, aileden iş dünyasına, şehirden köye, mahalleden plazaya, Türkiye’den dünyaya, her alanda, küresel ölçekte konuşuyoruz, dinliyoruz, görüyoruz.
Cinsiyet farkı gözetmeksizin soruyorum: Kadınlar hakkında bu kadar çok şey konuşulurken, siz ne hissettiniz?
Kadınlar yıpratılmış. Dişil enerji var olma mücadelesi veriyor. Sezgilerimiz, şefkatimiz, doğayla kurduğumuz bağlar zayıflarken, dünyamız nasıl bir yöne evriliyor?
Dünya Kadınlar Gününü kutladığımız bu önemli günde, kadın konusunu doğa ile beraber ele alan bir kavram üzerinden okumaya çalışacağım.
Ekofeminizm Kavramına Bakış
Ekofeminizm, kadınların ve doğanın tarihsel olarak benzer baskılarla karşı karşıya olduğunu savunan bir düşünce akımı. Ataerkil sistemin hem kadınları hem de doğayı sömürdüğünü, kontrol altına aldığını ve metalaştırdığını vurgular. Kadınların doğayla kurduğu güçlü bağ, besleyici ve dönüştürücü rollerine dayanırken, ekofeminist düşünce sistemi bu bağı yeniden güçlendirmenin ekolojik ve toplumsal iyileşme için kritik olduğunu savunur. Bu perspektife göre, doğayı koruma mücadelesi aynı zamanda kadınların özgürleşme mücadelesidir ve sürdürülebilir bir gelecek, dişil değerlerin – şefkat, empati, dayanışma ve yaşamı besleme – yeniden merkeze alınmasıyla mümkündür.
Ekofeminizm terimi ilk olarak Françoise d’Eaubonne tarafından 1974 yılında kullanılmıştır. D’Eaubonne, Le Féminisme ou la Mort (Feminizm ya da Ölüm) adlı kitabında, ekolojik krizlerin ve kadınların baskı altına alınmasının aynı köklere dayandığını savunmuştur. Ona göre, ataerkil sistem hem doğayı hem de kadınları sömürmekte ve sürdürülemez bir dünya yaratmaktadır.
“Modern kapitalist patriyarka, kadınların ve doğanın yaşamı sürdüren emeğini görünmez kılmış ve değersizleştirmiştir. Ancak ekofeminizm, bu emeğin ve bilginin geri kazanılması gerektiğini savunur” (Mies ve Shiva, 1993).
Kadınlar Yaşamın Koruyucuları
Kadınlar tarih boyunca doğanın koruyucuları, yaşamın sürdürücüleri olmuştur. Tarımı başlatan, tohumları saklayan, şifalı bitkilerle iyileştiren, toplulukları besleyen ve gözeten kadınlar, ekosistemlerin devamlılığında kritik bir rol oynamıştır. Ancak modern dünyanın rolleri ve ihtiyaçları kadınları bu köklü bilgeliğinden uzaklaştırmış, doğayla kurdukları bağın zayıflamasına neden olmuştur.
Yine de doğayı ve yaşamı koruma mücadelesinde kadınların liderlik ettiği organizasyonların ya da aktivist oluşumların ağırlıklı olduğunu görüyoruz. Dünyadan bir örnek: Dakota Sioux yerlilerinin kadınları, ABD’deki Standing Rock direnişinde doğaya yönelik tehditlere karşı öncü bir rol üstlendiler. Petrol boru hattı projelerinin yalnızca topraklarını değil, kutsal su kaynaklarını da tehlikeye atacağını gören kadınlar, doğayla kurdukları kadim bağı savunmak için harekete geçti. Bu direniş, kadınların doğayla olan derin bağlarının nasıl bir mücadele gücüne dönüştüğünü ve dişil enerjinin modern dünyada nasıl bir direniş pratiğine evrildiğini gösteren güçlü bir örnek oldu. Bu mücadelenin tümünü izlemek isteyenler filme aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilir.
End of the Line — The Women of Standing Rock Trailer
Ülkemizde de çevre mücadelesinde sıklıkla kadınları ön saflarda görüyoruz. Kaz Dağlarında maden arama faaliyetlerine karşı mücadele eden köy kadınlarının, toprağı ve suyu koruma bilinciyle harekete geçtiğine yakın dönemde tanık olduk (“Bergama’dan Kaz Dağları’na; Kadınlar hep en önde!”, 2019).
Kadının doğa ile kurduğu korumaya ve gözetmeye dayalı ilişkinin zayıflamasının bugün yaşadığımız pek çok sorunun öz sebebi olduğunu düşünenlerdenim.
Doğa ile İlişkimiz ve Kadın Girişimlerinin Başarısı
İçten gelen bir doğayı koruma ve yaşatma duygusu ile iş yapan çok sayıda kadın girişimciye ve kadın kooperatifine tanık oldum. Yerel gıdaların tariflerinin korunmasında ve yaşatılmasında, atalık tohumlara ulaşılmasında, kaybolmuş geleneksel tarım ürünlerinin geri kazanılmasında, çöpe atılan koyun yünlerinin köy köy gezip toplanarak ürüne dönüşmesinde, bölgenin endemik bitkilerine ve canlılarına sahip çıkılmasında hep kadınların çabalarını görüyoruz.
Yeni Bir Kırsal Kalkınma, Bilindik Bir Kırsal Annelik başlıklı makalede belirtildiği üzere kadın için iş başarısı erkek için olduğundan çok farklı bir anlama gelebiliyor (Nizam Bilgiç, 2020). Kadın girişimciliği, yalnızca kâr odaklı bir yaklaşım değil, aynı zamanda aile ve iş yaşamını dengelemeye yönelik bir model sunuyor. Erkek girişimcilerin odağı genellikle finansal başarı ve büyüme olurken, kadın girişimciler mutluluğu, kendini gerçekleştirmeyi ve yaşam kalitesini ön planda tutuyorlar. Ayrıca, kadınların geleneksel bilgi birikimi, kolektif dayanışma ve iletişim becerileri toplumsal gelişimde önemli bir role sahip. Bu nedenle, kadın girişimciliğini yalnızca ekonomik bir faaliyet olarak görmek yerine toplumsal yapıyı güçlendiren bir dönüşüm aracı olarak ele almak daha doğru bir yaklaşım.
Kadını ve Doğayı Gözettiğimizde Hepimiz İyileşeceğiz
Toplumsal cinsiyet eşitliği ile ekolojik adalet el ele yürüdüğünde, dünyamız daha canlı, sağlıklı ve daha adil bir yer olabilir. Kadınların şefkati, yalnızca biyolojik annelikle sınırlı değildir; hayat veren, büyüten, koruyan ve iyileştiren bir güçtür. Doğa da aynı şekilde tüm canlıları sarıp sarmalar, besler ve yaşam döngüsünü devam ettirir. İşte bu yüzden kadını ve doğayı gözettiğimizde, aslında yaşamın özüne saygı duyar, kendi varoluşumuzu da iyileştiririz. Hepimizin iyiliği, doğanın sesine ve kadınların gücüne kulak vermekten geçiyor.

Kaynakça
Bergama’dan Kaz Dağları’na; Kadınlar hep en önde! (2019, 11 Ağustos). Erişim adresi https://ekmekvegul.net/gundem/bergamadan-kaz-daglarina-kadinlar-hep-en-onde
Mies, M. ve Shiva, V. (1993). Ecofeminism. Halifax, Nova Scotia: Fernwood Publications.
Nizam Bilgiç, D. (2020). Yeni bir kırsal kalkınma, bilindik bir kırsal annelik: Ticarileşen yöresel yemeklerin toplumsal cinsiyet rollerine etkisi. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Dergisi, 40, 79–108. https://doi.org/10.26650/SJ.2020.40.1.0018