Richard Heinberg’in Power: Limits and Prospects for Human Survival başlıklı son kitabı, gücün gerçek anlamını araştırıp sorguluyor; insanın dünyanın doğal sistemleri buyruğu altına almasının ve türdeşleri üzerinde tahakküm kurmasının izini sürüyor. Gücün kullanımında seçilen yöntemlerin çevresel ve sosyal bakımdan yıkıcı sonuçları var. İklim değişikliği kırmızı alarm vermişken gücü anlamak her zamankinden önemli.
Güç edinmekte ve gücü kullanmakta, Dünyanın tartışmasız şampiyonu Homo sapienstir. Diğer gezegenlere keşif araçları yolluyoruz ve denizin derinliklerine dalıyoruz. Türümüz, her yıl tüketim ürünlerine ve inşaat malzemelerine dönüştürülmek üzere 100 milyar tondan fazla doğal kaynak çıkarıyor. Bu kaynakları elde etmek için rüzgâr, yağmur, yanardağlar ve depremlerin de içinde olduğu doğanın tüm güçlerinin yerinden oynattıkları taş ve toprağın toplamından daha fazlasını yerinden kaldırıyoruz. Öyle çok madencilik, taşıma, imalat yapıyoruz ve o kadar atık boşaltıyoruz ki, sonuçta bir yan etki olarak, gezegenimizin atmosferinin ve okyanuslarının kimyasını önemli ölçüde ve tehlikeli bir şekilde değiştiriyoruz. İşte bu, güçtür.
Dahası, birbirimize hükmetmek ve birbirimizi yönetmek için muazzam insan gücümüzü kullanmanın birçok yolunu bulduk. O kadar çok ekonomik eşitsizlik yarattık ki, şu anda sadece yedi kişi, dünya nüfusunun en yoksul yarısını oluşturanların, kabaca dört milyar insanın sahip olduğu varlığa eşit bir serveti elinde bulunduruyor. Aynı zamanda, öyle ölümcül silahlar geliştirdik ki türümüzün devamı onları asla kullanmamamıza bağlı. Birbirimizin davranışlarına; borçlar, yasalar, hapishaneler, vergiler, düzenlemeler, sınırlar, yüz tanıma teknolojileri, mülkiyet hakları, reklamlar, işe alım ve işten çıkarmalar, propaganda, internet ve sosyal medya algoritmalarının yanı sıra binlerce diğer araçla yön veriyoruz.
Güç iyidir; onsuz hiçbir şey yapamayız. Ama kesin olan şu ki, kendimizi bazı ciddi çevresel ve sosyal krizlere sokuyoruz. Biz insanların veya en azından bir kısmımızın, iyi bir şeyin haddinden fazlasıyla mutlu olmamız mümkün mü? Yoksa, sorunumuz sadece gücü çok iyi anlamamış ve dolayısıyla onu kötüye kullanma eğiliminde olmamız mı?
Bu sorular yaşamım boyunca beni rahatsız etti. Birkaç yıl önce cevaplar için sistematik bir araştırma yapmaya karar verdim. Görünüşte basit bir soruya odaklanarak başladım: Güç nedir?
Aylarca kaynak taraması yaptım (bu kadar uzun sürdü çünkü yazılı çok şey vardı) ama hayal kırıklığına uğradım. Bir fizikçiye sorarsanız size gücün “enerji aktarım hızı” olup watt cinsinden ölçülebildiğini söyler. Ama kelimeyi böyle kullanmayız. Bir diktatörün ya da milyarderin gücünden bahsettiğinizde onların büyük miktarda enerjiyi çabucak aktarma yeteneklerini kastetmeyiz. İnsanların birbirleri üzerinde kullandıkları güç genellikle “başkaları üstünde kontrol, otorite ve nüfuz sahibi olmak” diye tanımlanır. Bu iki yorum arasında nasıl bir ilişki var ya da bir ilişki var mı? İki şeyi ya da tamamen farklı şeyleri tanımlamak için sadece tek bir sözcük mü kullanıyoruz?
Araştırma yaptıkça ve düşündükçe, gücün çok sayıda farklı anlamının ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olduğunu fark ettim. Bağlantı, evrimdi.
İnsanlığın inanılmaz güçlerinin kaynağı bitki ve hayvan alemleridir. Her tür canlı iletişim kurar, hareket eder, duyumsar, zekasını kullanarak bilgiyi işler ve kendi türü dışındakilerin kaynaklara erişimini engeller; bazıları işbölümüyle karmaşık topluluklar bile kurar. Biz insanlar, bu güçleri, giderek artan bir dizi teknolojiyi ve yaptığımız neredeyse her şeyi kolaylaştıran dili kullanarak kuvvetlendirdik. Örneğin böcekler, kuşlar ve yarasalar birbirlerinden bağımsız olarak milyonlarca yıl içinde uçma gücünü geliştirdiler. Bununla birlikte sadece son yüz yılda, biz insanlar dalışa geçmiş bir gökdoğandan daha hızlı ve Himayaların tepesinde süzülen bir Asya kazından daha yüksekte uçma becerisini geliştirdik. Sayılar ve sözcüklerle yönlendirilen teknolojilerin yardımıyla bir ayının burnunun bile sezemeyeceği kimyasalların izini sürebiliyoruz ve bir fili ezecek yükleri kaldırabiliyoruz.
Hemen her şeyi yapabilme gücü enerjiden gelir. Enerjinin taşınımını kontrol etmek hayatın temelidir; her hücrenin hayati görevidir. Aslına bakılırsa, gramı gramına, ortalama bir organizma Güneşten 10.000 kat daha güçlüdür. Hesaplama yapana kadar inanılmaz görünüyor. Güneş muazzam büyüklüktedir; aydınlatma gücü (luminosity) kütlesine bölündüğünde gram başına 0,0002 miliwatt güç düştüğü görülür. Bir insan, ortalama bir diyetle beslenip, yiyeceğin enerjisini ısı ve işe dönüştürerek gram başına ortalama 2 miliwatt üretir; insanlara ait olmayan bazı hücreler daha bile iyisini yapar. Tabii ki yaşamın gücü türevdir, kaynağı çoğunlukla güneş ışığıdır. Ama canlılar enerji toplamada ve kullanmakta tartışmasız şekilde başarılı oldular.
Enerji güç birimidir ve onun aktarımını kontrol etmek organizmalara iş yapabilme yetisini verir. Aslında gücün başlıca tanımlarından biri “bir şey yapabilme yetisi”dir. Hareketin gücünden, algının gücünden, düşüncenin gücünden ve hayal kurmanın gücünden bahsederiz. Bu yetiler birbirinden çok farklı olsalar da hepsi nihayetinde enerjiye dayanır. Toplumsal güç, ister teşvik, ister tehdit, isterse telkin yoluyla “başka insanlara bir şey yaptırma yetisi” olarak tanımlanabilir. Biz insanların çoğu zaman endişelenmeye meyilli olduğumuz, bu tür bir güçtür. Bazen gücün fiziksel gösterimleri ile bağlantısız gibi görünse de bu güç aslında sadece bilinçli enerji yönetimiyle mümkün kılınmış başka bir yetidir. Toplumsal güç, başkalarının kendi enerjilerini yönetmelerini etkileme yetisidir.
Gücü ifade etme yolları zamanla evrildi; ilk başta biyolojik evrimin görece yavaş sürecinde ve sonraları insanların dili ve teknolojiyi kullandıkları kültürel evrim yoluyla hızlanarak. Sonuç olarak evrim okunun ucunda gibi görünüyoruz (en azından bize öyle görünüyor). Ama eğer sadece iki en uç örneği kullanırsak; acaba ok, gelişen bilim ve teknoloji yoluyla ölümsüzlüğe ve fiili mutlak kudrete (virtual omnipotence) ulaştığımız noktadaki tanrılığı mı hedefliyor? Yoksa, Dünya’nın kaynaklarını tüketip kalanları için ölümüne dövüştüğümüz, türümüzün yok oluş noktasını mı?
Günümüzde gezegenimiz ısınırken ve okyanuslarımızdaki yaşam kaybolurken ikinci sonuç endişe verici ölçüde mümkün görünüyor. Kendimizi ve bu gezegendeki gelişmiş canlıların büyük çoğunu yok etmek mi yoksa gelecek binyıllar boyunca gücün tadını çıkararak yaşamak mı? Hangisinin gerçekleşeceği muhtemelen, mevcut gücümüzü kısıtlamanın uygun yollarını bulmamıza, böylece gücü daha uzun bir süre kullanmamıza bağlı olacak. Eğer hayatta kalacaksak karbon salımımızı ve diğer kirlilik türlerini azaltmak, diğer türlere daha çok yaşam alanı bırakmak, nükleer silahları ortadan kaldırmak ve ekonomik eşitsizliği olabildiğince düşürmek zorundayız. Geleneksel düşünüş genellikle, geçmişte aşırı güç kullanımının yol açtığı sorunları çözmek için teknoloji yoluyla daha da çok güç uygulanmasını önerir ama bu; sadece meselenin üstünü örter, sorunlar birikmeye ve kötüleşmeye devam ederken gerçek bir çözümü geciktirir.
Gücün öz denetimi de aynı şekilde kökü evrime dayanan bir enerji yönetim stratejisidir. Güç, kontrol edilemez veya kısıtlanamazsa doğada felakete yol açabilir. Tüm organizmalar dengeleşim (homeostaz) yani anbean süren bir dengeleme eylemi içindedir. Ekosistemler, avcılar ve avlar arasındaki güç dengeleriyle biçimlenir. Ve bazı türler, nadir yaşam alanları veya besin kaynakları üzerinde uzmanlaşmak yoluyla kendi sayılarını sınırlar. Bazen bireyler kendilerini bütünün iyiliği için feda ederler – mesela patlayan karıncalar (Malezya ve Brunei’de bulunan Colobopsis saundersi). Bu karıncalar, karınlarında zehirli bir sıvı üretirler böylece kolonilerine saldırıldığında bazı işçiler kendilerini patlatıp zehri salarak istilacıları öldürürler.
Öz denetimli güç insan evriminde de rol oynamıştır. Bazı Yerli Amerikalı topluluklar, artan gıdaları ve diğer malları başkalarına verip eşitsizliğin kök salmasına engel oldukları yıllık festivaller düzenlerlerdi. Modern dünyada pek çok ulus tiranların yükselişini engellemek için demokrasiler kurmuşlardır. Hatta bazı toplumlar sahip oldukları değerlerin bozulmasına yol açacağını düşündüklerinden belli teknolojileri (Amişler televizyonları ve arabaları) ya da enerji kaynaklarını (Çinliler 12. yüzyılda kömürü) yasaklamışlardır.
Aşırı güç kullanımı yüzünden var oluşumuzu tehdit eden bu kadar çok sorunla karşı karşıya olduğumuza göre, neden şu anda kendimizi sınırlamakta başarılı değiliz? İklim anlaşmalarını, çevresel düzenlemelerini, servetin yeniden dağıtımı programlarını ve silahların sınırlandırılması müzakerelerini kullanarak çaba gösteriyoruz. Ama güç sınırlama çabalarımızın arka arkaya gelen krizleri engellemekte başarısız olmalarının bir yığın sebebi var. En başta gelen sebep, fosil yakıt kullanımıyla kolektif gücümüzü çok büyük ölçekte ve çok hızlı arttırmış olmamızdır. Fosil yakıtlar doğal süreçlerle birikmiş, dönüştürülmüş ve depolanmış milyonlarca yıllık kadim güneş ışığının değerini temsil ediyor. Bu yakıtların sağladığı inanılmaz üstünlükler bizi, ciddi olumsuz sonuçlar olmaksızın, her sınırı aşabileceğimiz ve birbirimize ve doğaya boyun eğdirebileceğimiz gibi sanrılı düşüncelere kapılmaya itti.
Son 200 yılda, kişi başı enerji kullanımı sekiz katına çıktı ki insan nüfusu da aşağı yukarı aynı oranda arttı. Enerji büyümesinin sonucu olarak enerjiyle yaptığımız her şey daha yapılabilir oldu. Ulaştırma, imalat, tarım ve madencilik sektörleri müthiş büyüdü. Enerji o kadar bollaştı ki şu andaki ya da gelecekteki herhangi bir insani sorunu, sorunların üzerine daha çok enerji boşaltarak çözebilirmişiz gibi görünüyordu. Ekonomik sistemimizi bile sonsuz büyümeyi varsayacak ve gerektirecek şekilde yeniden yapılandırdık.
Ama fosil yakıt enerjisindeki büyüme daha fazla devam edemez: Kaynakların tükenmesi ve iklim değişikliği gereğini yapacak. Ve hatta düşük karbonlu enerji kaynaklarına geçiş yapmak için içten bir çaba harcasak bile güneş paneli, rüzgâr türbini, nükleer reaktör ve pil yapmak için kullandığımız malzemelerin doğadaki sınırlılığıyla yüzleşeceğiz.
Gücü paylaşmak ve yönetmek için şu anda kullanmaya çalıştığımız yöntemler de yetersiz çünkü gücü anlamakta başarısız olduk. Gücün sınırları olduğunu kabul etmek, sonra bu sınırları inceleyip onlara uyum sağlamaktansa, kurnazlık yapmaya veya inkâr etmeye çalışıyoruz. Kullandığımız enerji miktarını veya o enerjiyle ne yaptığımızı sorgulamadan; yenilenebilir enerjiye geçişi umarak iklim değişikliğine karşılık veriyoruz. Bazı bireylerin kendilerini manasız ölçüde zenginleştirmelerinin ardındaki yapısal araçları incelemeden; yoksullar için asgari güvenceler oluşturarak ekonomik eşitsizlikle uğraşıyoruz.
Güç meselesini dürüstçe, akıllıca ve şefkatle tartışma zamanı geldi de geçiyor. Ama önce neden bahsettiğimizi anlamamız lazım.
Not 1: Richard Heinberg’in Post Carbon Institute internet sayfasında 23 Mart 2021 tarihinde yayımlanan yazısından Barış Soysaraç tarafından çevrilmiştir. Erişim
Not 2: Öne çıkan görsel, Ivo Lukacovic – Unsplash