Kapsayıcı kalkınma, toplumun tüm kesimlerinin ekonomiye ve sosyal hayata katılımını amaçlar. Gelin görün ki kapsayıcı kalkınmanın yolu olarak görülen ekonomik büyüme hiç de bu amaca hizmet etmiyor. Eğer gezegenin sınırları içerisinde ekonomik ve toplumsal adaleti sağlamak istiyorsak yüzeysel olmayan bir değişim şart.
Çevrenin bozulması ve sosyal adaletsizlik, büyüme ekonomisiyle derinden bağlantılıdır. Mekanizmalarını çevrecilik ve kapsayıcılık ile yağlamak çözüm değil. Büyümenin kendisini terk etmeliyiz.
Nüfusun en zengin %1’lik kesiminin en yoksul %50 kadar para kazandığı bir dünyada yaşıyoruz. Son 40 yılda %1’lik kesimin ortalama geliri, kalan %99’unkinden 11 kat hızlı arttı. Bu esnada aşırı yoksulluğun azaldığı iddiaları ancak yoksulluk eşiğini gülünç düzeyde aşağı çekerek savunulabiliyor. Daha güvenilir bir yaklaşım, yoksulluktan kurtulmalarına izin vermeyen gelirlere sahip insanların sayısının son 40 yılda dünya çapında %150 arttığını öne sürüyor. Aksini işaret eden çok kuvvetli kanıtlara rağmen, yoksul insanların bir şekilde arayı kapatıp diğerlerine yetişeceği fikri devam ediyor. Büyüme yanlıları, bunun tam da büyümenin faydalarının eşitsiz bir şekilde paylaşılmasından kaynaklandığını ve büyümenin kapsayıcı hale gelmesi gerektiğini ısrarla savunmaktadır. Yoksul bireylerin (genelde) gelişen küresel ekonomide asimile edildiği koşulları iyileştirme yönündeki çabalarımızı arttırmalıyız. Küresel işgücünün %61’ini oluşturan kayıt dışı çalışanlar gerçekten de güvencesiz çalışma koşullarıyla, düşük ücretle ve insan hakkı ihlalleriyle boğuşuyorlar. Fakat büyüme bu sorunları çözmeyecek; çünkü bu sorunlardan besleniyor.
Yeşil büyümenin aleyhine de benzer deliller gösterilebilir. Yalnızca üç yıl önce, dünya ekonomisi 61 milyon ton atık bıraktı ve 92 milyar ton doğal kaynak tüketti (bu sayının 2050’de 184 milyar tona ulaşması bekleniyor). Kaynağın atığa dönüşümü “küresel metabolizma” olarak adlandırılıyor ve onlarca yıldır ekonomik büyüme ile birlikte üstel olarak artmakta. Dünya GSYH’nin büyümesi aynı zamanda biyoçeşitlilik kaybı, enerji tüketimi, tüketim kaynaklı emisyonlar ve diğer ekolojik ayak izleriyle kuvvetli bir biçimde bağlantılı. Fanatik büyüme taraftarları geçmişteki korelasyonları nedensellik ile karıştırmamamız gerektiğini ileri sürüyorlar. Onlara göre, ekonomilerin şişmesine izin verirken küresel metabolizmamızın daralması olarak tanımlanan “mutlak ayrıklaştırma” idealine ulaşmak için daha çok çalışmalıyız. Fakat madde kullanımında verimliliği arttırdıkça üretim maliyetlerini düşürüyor, yatırımları arttırıyor ve dolayısıyla metabolizmamızı küçültmek yerine genişletiyoruz. Bizi tehlikeli sınırlara sürükleyen büyüme, güvenli alanlara geri dönmemizi sağlamayacak.
Mevcut ekonomik büyüme modelinin ayarları ile oynayarak yoksulluğu anlamlı şekilde azaltmak ve çevreyi korumak olanaksız. Sınırlı ve eşitsiz bir şekilde dağıtılmış bir çevre kullanım alanının yeniden dağıtılması başta olmak üzere değişimlerin çok daha temelden gerçekleşmesi gerekiyor. Eğer böyle yapmazsak eşitsizliğin çeşitli biçimleri kırılganlıkları üretmeye devam edecek.
Eşitsizlik yoksulluğu çoğaltır
İşte birkaç örnek. Serbest piyasaların mal ve hizmetleri herkesin refahını en üst düzeye çıkaracak şekilde tahsis ettiği varsayılır. Gerçekte ise her türden lüks arzusunu ve katlanılmaz yoksunlukları yaratır ve onların bir arada var olmalarına yol açar. Tahminen 3 milyar insan gelirlerinin çoğunu gıdaya harcasalar bile sağlıklı beslenmenin masrafını karşılayamıyor. Bu sorunun kaynağını, sadece (gittikçe eşitsizleşen) satın alma gücü kriterine göre hareket eden küresel olarak bütünleşmiş ve kuralsızlaştırılmış piyasalar oluşturuyor. Örneğin, ABD’nin et tüketimi Hindistan ve Afrika’nın toplamının iki katına denk. Küresel Kuzey’deki daha yüksek gelirler, Küresel Güney’den net et ve hayvan yemi akışına yol açmakta. Bu gibi eşitsizlikler su, enerji, toprak ve diğer hayati kaynaklar için de geçerli. Gelir eşitsizlikleri yoksullara ancak kırıntıları bırakıyor.
Eğer piyasalar yoksulları yarı yolda bırakırsa, devletler gıda kuponları ve sübvansiyonlu tarım girdileri gibi temel kamu mallarını ve erdemli malları sağlayarak devreye girebilir. Fakat geniş çaplı küresel eşitsizlikler bu mallara erişimi baltalıyor. 20. yüzyıl boyunca, Dünya sistemindeki eşitsiz mübadele Güney’in ağır bir borç yükü altına girmesine yol açtı ve bu da devletlerin yoksullara karşı görevlerini yerine getirme kabiliyetlerini geriletti. Örneğin, Hindistan’da artan sağlık masrafları her saniye iki kişiyi daha yoksulluğa sürüklüyor.
Son bir örnek. Yüksek gelirli ülkelerdeki bireyler, düşük gelirli ülkelerdekilere kıyasla 15 kat daha fazla madde ayak izine sahip. Dolayısıyla madde kıtlığı üretmeye devam eden günümüzün ekolojik bozulmalarında suçun çoğu yüksek gelirli ülkelere ait. Varlıklıların el koydukları kaynaklar sürekli artarken giderek artan atıklarını da yoksulların sırtına yüklediler. Ekonomilerimiz büyümenin sınırlarına yaklaştıkça bu adaletsizlikler de tırmanıyor. Madde çıkarma maliyetinin artması, insanları gıda, barınma ve geçim için bel bağladıkları önceden ücretsiz olan hizmetlerden mahrum bırakan kaynak gasplarını teşvik ediyor. Yoksullar ayrıca sürekli artan atık akışlarının etkileri dışsallaştırıldığında (mesela etraflarındaki ekosistemlere zarar veren kirlilik cennetleri) dolaylı bozulma yoluyla erişimlerini kaybediyorlar. Sınırlar karşısında sistem olağanüstü sömürücü oluyor.
Bu tartışmalardan üç sonuç çıkıyor. Birincisi, doğanın güvensiz ve eşitsiz kullanımı göz önüne alındığında, güvenli ve adil koşulları yeniden tesis etme çabasının büyük kısmını zenginlerin üstlenmesi adil olacaktır. İkincisi, bunu etkili şekilde başarabilmelerinin tek yolu aşırı büyük ekonomilerini küçültmektir: Yeşil büyüme bu küçülme mecburiyetinden kurtulmayı sağlamaz. Üçüncüsü, yoksulların maddi yaşam standartlarını asgari bir saygınlık ve direnç düzeyine çıkarmaları için zenginlerin daha da küçülmeleri gereklidir. Kapsayıcı büyüme, küçülme yoluyla yeniden dağıtım mecburiyetinden kurtulmayı sağlamaz.
Büyüme, kapitalizmin DNA’sında yazılı
Tüm bunların anlamı nedir? Zengin uluslar doğa üzerindeki sömürücü hakimiyetlerini bırakıp maddi olarak %40-50 küçülmeliler. Simit ekonomisi benzetmesini ödünç alırsak, hem dış çemberin biyofiziksel sınır aşımlarını hem de iç çemberin sosyal eksikliklerini düzeltmek için küçülmeye ihtiyacımız var. Ama bir adım daha ileri gitmeliyiz! Daha önce de belirtildiği üzere, yaygın eşitsizlikler kırılganlıkları yeniden üretir. Çevrenin kullanılabilir alanını nasıl tahsis edeceğimiz ve dağıtacağımız, sosyal eksiklikleri düzeltip düzeltemeyeceğimizi belirleyecek. Dolayısıyla, küçülme sadece asgari maddi taleplere yer açmak için aşırı tüketimin azaltılmasından çok daha fazlası demektir. Ayrıca sömürü, el koyma ve dışsallaştırma yoluyla sosyal ve ekolojik açıdan yıkıcı olan birikimi yönlendiren kâr amaçlı yatırımların azaltılmasını da gerektirir.
Küçülme çağrısı baskın, büyüme-temelli ekonomik sisteme, yani kapitalizme uymuyor. Bu sistemin çevresel sınırları görmezden geldiği ve toplumsal adaletin altını oyduğu için büyüdüğünü tekrarlamama izin verin. Fakat büyümeden öyle kolayca kurtulamayız. Büyüme kapitalizmin DNA’sında yazılı. Neredeyse hiçbir girişimci veya şirket haciz veya iflas ile karşı karşıya kalmadan bunu görmezden gelemez: Büyü ya da yok ol. Dolayısıyla küçülme, sistemik bir dönüşüm ve zenginliğin kapsamlı bir şekilde yeniden dağıtılması anlamına gelir.
Bu sistemden çıkarı olanlar tabii ki direnecek. Yoksullar bu gittikçe genişleyen sistem tarafından mülksüzleştirilirken, zenginler hem ekonomik hem de politik güç kazandı. Borçların ve vergi kaçakçılığının zayıflattığı küresel Güney’deki devletler, çevre ve emek standartlarını düşürerek sermaye çekmek için rekabet ediyor. Böylece şirketler maliyetleri dışsallaştırma ve sorumluluğu azaltma kapasitelerini yükseltiyorlar. Tüm bunlar demokratik süreçleri altüst ediyor ve yapısal değişim kokusu taşıyan her şeyi engelliyor.
Peki, buradan hareketle neler yapabiliriz? Kalkınma akademisyenleri olarak, büyüme doktrinini terk etmek ve 8. Sürdürülebilir Kalkınma Amacını tekrar tanımlamakla işe başlamalıyız. “Yeşil” ve “kapsayıcı” olsa bile toplu ekonomik büyüme dibine kadar sosyo-ekolojik zarara gömülmüş durumda. Kalkınma ancak bu sosyo-ekolojik zararlardan kendini kurtardığında sosyal, ekonomik ve ilişkisel olarak kapsayıcı olmayı umabilir.
Bu yazı “Inclusive is not an adjective, it transforms development: A post-growth interpretation of Inclusive Development” (Kapsayıcılık bir sıfat değildir, kapsayıcılık kalkınmayı dönüştürüyor: Kapsayıcı Kalkınmanın büyüme sonrası yorumu) Environmental Science & Policy, Ekim 2021 makalesine dayanmaktadır.
Not 1: Crelis Rammelt’in EADI blogunda 10 Ocak 2022 tarihinde yayımlanan “No inclusive development without a post-growth economy” başlıklı yazısından Murat Soysaraç tarafından çevrilmiştir. Erişim
Not 2: Öne çıkan görsel, Amina Filkins — Pexels