COVID-19 salgını bazı gerçekleri yeniden hatırlamamıza neden oldu. Tarımın ve gıdanın değerini ve yerini anlamaya başladık. Ülkeler, geleneksel ihracat ürünleri arasında yer alsa bile kendi toplumunu düşünerek dışsatıma kotalar koymaya başladı. Ülkeler, kendi topraklarında açlık veya kıtlıkla karşılaşmamak adına önlemler alarak ciddiyetle uygulamaya koyuldu. Böylelikle “gıda güvencesi” ile beraber “gıda egemenliği”nin önemi bir kez daha gündeme geldi.
TMMOB Gıda Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı İ. Uğur Toprak, gıda egemenliğini; “öncelikli olarak yerli üretime dayanmayı, bu bağlamda özgün ulusal tarım politikaları uygulayabilmeyi ve iç pazarları her türlü uluslararası olumsuz etkiden koruyabilmeyi öngören bir anlayışı ifade eder” şeklinde tarif etmektedir. Tanım çok açık biçimde; “yerli üretim”, “ulusal tarım politikaları” ve “iç pazarlar” kavramlarını içermektedir. Geleneksel bir tarımsal üretim gücü olan ülkemizde, yoğun biçimde artan ithalatçı politikalar ve üretimden kaçışlar görülmektedir. Hal böyle olunca gıda egemenliğinin, içinde bulunduğumuz salgın deneyimiyle beraber, yoğun biçimde öncelikli hedefler listesinde ilk sıraya alınma zorunluluğu gün yüzüne çıkmaktadır.
Ülkemiz tarım sektörünün bir diğer yapısal sorunu ise ağırlıklı küçük aile işletmelerinden oluşmasıdır. Yerine göre üstünlükleri olan küçük aile işletmeleri, tek başlarına düşünüldüğünde, günümüzde dünya ölçeğinde organize olmuş ve her türlü gücü elinde bulunduran az sayıda uluslararası işletme karşısında oldukça dezavantajlı durumdadır. Bu durumda küçük aile işletmelerinin (üreticilerin-yetiştiricilerin) bir araya gelerek örgütlenmekten başka çaresi kalmamıştır. Bu örgütlerin yapısı da işin doğası gereği kooperatifler olmalıdır.
Bugünlerde kooperatifçiliğin algısı, ilginç bir biçimde, yüksektir. O nedenle pek çok kişi ve grup kooperatif kurmaya başlamıştır. Örgütlenmeyi ve bilinci çok önemseyen birisi olarak yükselen bu ilginin yakın gelecekte sorunlar getireceğini düşünüyorum. Bu konuda bazı görüşlerimi paylaşmak isterim: Kooperatifler, tek başlarına bir şeyleri yapamayan kişi ve grupların işbirliği ve dayanışma içinde hareket etmelerini sağlayan büyülü bir yöntemdir. Kooperatifler belirli hizmet, ürün ve ihtiyaçlar ekseninde kurulabilir. Kooperatifler, kurulmadan önce sağlam üretim ve pazarlama planları yapmak zorundadır. Asıl olan kooperatiflerin yaşamlarını sürdürebilecek faaliyetleri planlaması ve uygulamaya geçirmesidir. Günümüzde sağlıksız bir furya haline gelen, bir kurum veya kuruluşun desteğiyle kurulan ve bu desteklerden yoksun kaldığında ayakta kalamayan kooperatifler sorunların işaret fişeği niteliğindedir. Benzer şekilde, kooperatifler belirli kıstaslara göre büyümek ve gelişmek zorundadır. Aynı coğrafi bölgede veya alanda başarılı ve büyüyen bir kooperatif varsa desteklenmeli, dahası onu bölmeye veya küçültmeye yönelik çalışmalar yapılmamalıdır. Örneğin bir ilçede başarılı bir kadın kooperatifi varsa, sırf siyasal ve/veya ekonomik beklentiler nedeniyle ikinci bir kadın kooperatifi kurmaya çalışılmamalıdır. Bu tür yaklaşımlar kısa vadede bazı istenilen sonuçlar sağlasa da orta ve uzun vadede önce kooperatifçilik felsefesine sonra da o bölgeye sorunlar getirebilir. Bu durumun pek çok izlerini ülkemizin değişik bölgelerinde üzülerek görmekteyiz. Burada önemli olan zaten kıt olan kaynakların ölçek ekonomisi çerçevesinde en akılcı şekilde değerlendirilebilmesi herkesin yararına olacak uzun soluklu, sürdürülebilir kazancın temin edilebilmesidir.
Özetlemek gerekirse egemenliğin esasını üretim oluşturur. Üretimin esasını da örgütlenmiş, gerçekçi planlamasını yapmış ve bunları hayata geçirme becerisi olan kişiler oluşturur. O halde gerek “gıda egemenliği” ve gerekse “ulusal egemenlik”; “üretim”, “bilinç”, “planlama”, “örgütlenme” ve “çalışma”ya dayanır.
Not 1: Bu yazı ilk kez 23.04.2022 tarihinde Hasat Türk gazetesinde yayımlanmıştır.
Not 2: Öne çıkan görsel, Mehmet Turgut Kirkgoz — Pexels