Her gün yaşadığımız deneyimlerin ardında saklı nice güç hikâyeleri var. Güç Hikâyeleri programı, bu hikâyeleri “varmış yokmuş”un ötesine taşıyarak farklı alanlardan gelen bireylerin güç hikâyelerini toplumsal bağlamlarıyla birlikte anlamayı hedefleyen bir program olarak hayata geçti.

Güç Hikâyeleri Programı: Organizasyon ve Katılım Süreci

Güç Hikâyeleri Nedir? Güç Hikâyeleri, bireysel güçlenme hikâyeleri ile sivil inisiyatifi birleştiren bir performatif anlatıcılık girişimi. Zamanla sivil alanda ifade geleneği haline geleceğini düşündüğüm bir yolculuk. Bu yolculuk,  Sivil Toplum Geliştirme Merkezi (STGM) çatısı altında, Türkiye’nin çok farklı yerlerinden, birbirinden çok farklı dertlerle sınanan ve bu sınavı toplumsal alanda bir hizmet/iyileşme alanı mücadelesine dönüştüren 18 sivil toplum kahramanının Ankara’da bir araya gelmesiyle başladı.

Bendeniz de Güç Hikâyeleri programında bir katılımcıydım. 100’ü aşkın başvuru arasından uzun eleme ve seçim süreçlerinden geçerek katılım hakkı kazanan diğerleri ile birlikte Ankara ve Nevşehir’de düzenlenen iki atölyede bireysel koçluklarla yaklaşık 40 saatlik bir eğitim aldık. Aynı zamanda kendi aramızda küçük gruplar oluşturduk. Daha sonra seçtiğimiz mekânlarda kendi anlatım gecelerimizi düzenledik. Diyarbakır’dan Kütahya’ya, Adana’dan Ankara, İzmir ve İstanbul’a 18 hikâye anlatıcısı; toplumsal eşitsizlik, ayrımcılık, hayvan hakları, hak mücadeleleri gibi çeşitli konulardaki bireysel deneyimlerini hikâye anlatıcılığı yoluyla seyirciyle buluşturdu. Katılımcılar olarak paylaştıkça büyüyen hikâyelerimiz ile güçlendik; yalnız olmadığımızı ve ortak deneyimlerimizi keşfettik. Yeni alanlar açtık ve birbirimizin deneyimlerinden ilham alarak büyüyüp geliştik.

Kaynak: Güç Hikȃyeleri “Gizemli Mesut Öyküler” İzmir’de Darağaç Audiodar’da dinleyicileriyle buluştu | STGM

Kayıt Tutma, Hikȃyelerimizin Birlikteliği ve Biricikliği

Virginia Woolf, “Sizden para kazanmanızı ve kendinize ait bir odanızın olmasını isterken aynı zamanda hakikatle birlikte yaşamanızı istiyorum” diye yazmıştı.  Woolf’un bu sözleri, kadınların yaratıcı özgürlük elde edebilmesi için ekonomik bağımsızlığa ve kendine ait bir odaya sahip olması gerekliliğini savunuyordu. Ben ise bu programa Woolf’tan 95 yıl sonra, kendime ait bir oda ve söylemek istediklerimle katıldım. Yazının insanlığın en eski kayıt yöntemi olduğunu düşünerek, kayda geçen bir hayatın anlamını sorguluyordum.

Kapitalizmin kriz içinde olduğu artık hepimizin malumu. Bu krizi örtbas etmek için sürdürülebilirlik ve marka hikâyelerine odaklanan şirketlerle karşılaşıyoruz. Geçenlerde bir iç çamaşırı markasının kutusunun üstünde “Freedom, color under you” yazıyordu ve bir promosyon materyali olarak kutu içinden çıkan kartı ıslatıp saksıya gömmem öneriliyordu. Bir hafta suladıktan sonra kartın yeşereceği yazıyordu. Ben de öyle yaptım ve üzerine bir not ekledim: “Yeşermem bekleniyor.” Bu deneyimi yaşadığım zamanlarla hikâye anlatıcılığı yapmayı hayal ettiğim zamanlar eş zamanlı. Her sosyal bilimci kadar, hatta biraz daha fazla, dünyanın mevcut halinden rahatsızım. Bu rahatsızlık hayatımı oldukça etkiliyor; keyif almamı ve bütüncül benlik algımı zedeliyor.

Bir süredir hikâye anlatıcılığı yapmak istiyordum. Ancak bu toplumun bir çocuğu olarak, küçüklüğümden beri değer üretecek, bana yarar sağlayacak işler yapmam gerektiği öğretilerek büyütüldüm. Bu yarar sağlayıcı işler genellikle para getiren işler olarak görülüyor. Para, bir değişim değeri ve satın alma gücü; hayatta isteklerimize ve arzularımıza ulaşmamızı sağlıyor. Peki, isteklerimize ve arzularımıza ulaşmamızı sağlamıyorsa bu para ne olacak? Bir kredi kartının reklam sloganında dediği gibi, “Paranın satın alamayacağı şeyler vardır, geri kalan her şey için …card.” Tabii bir yandan da yarar getirici işlerin para getirici işler olduğuna dair bilgi aile, eğitim sistemi, topluluk, sosyal çevre, medya ve teknoloji aracılığıyla öğretiliyor ve bunun tarihsel kökenleri burjuvazinin çalışma etiğine kadar uzanıyor.

Bu rahatsızlıkla birlikte hikâyeler düşünüyordum.

Modern Dünyada Hikâyeler Anlatmak

Öte yandan, sadece rahatsız olmakla kalmamış, bu konulara kafa yormuş, okumuş, yazmış, araştırmış bir Gizem var. O da diyor ki: “Hayır, bu sana öğretilen bir şey. Aksine, dünyada çok fazla uzman, maaşlı çalışan ve kariyerli insan var ama hikâye anlatıcısı o kadar da çok yok. İnsanların hikâye anlatıcılarına da ihtiyaçları var.” Neden mi? İnsanların hikâye anlatıcılarına ihtiyacı var çünkü hikâye anlatıcıları, yaşanılanların ve acı veren şeylerin kaydını tutarak ve bunları sorgulamaya açarak farkındalık yaratır, kayıt tutar, seslendirir ve sağaltır. İyi olan şey, insanın acı çekmesini önleyen, onun refahına hizmet eden şeylerdir. Eğer bazı şeyler insanları huzursuz ve mutsuz ediyorsa, bu iyi olmayan bir şeydir ve üzerine düşünülmesi gerekir.

En azından insanlığın geldiği noktada öğrendiklerimiz bize bunu söylüyor. Ancak öğrendiklerimizi pratiğe dökebilecek alanlar yaratabiliyor muyuz? Yaratırken nasıl hissediyoruz? Eminim herkesin çalıştığı sektörde karşılaştığı türlü içsel çelişkiler vardır. Biz dijital devrimin insanlarıyız ve internet ortamı neyse ki demokratik bir ortam; bu ortamda insanlar reels videoları ve sosyal medya postları aracılığıyla çalışmaktan ne kadar bıktıklarını ve bezdiklerini sürekli anlatıyor. Evet kapitalizmin öğrettiklerinden de yola çıkarsak, insanlar ilk çağlardan beri çalışmak istememiştir. Kapitalist sistem, insanların aylaklık ve tembellik yapma direncini kırarak çalışmaya zorlamıştır.

Ancak ben insanların çalışmak istememesinin altında yatan sebebin aylaklık olduğunu düşünmüyorum. Modernizmin bize söylediği başka bir gerçeklik var: “İnsan, kendi çıkarını maksimize etmeye çalışan rasyonel bir canlıdır.” İnsanlar, ürettiklerinin ve yaptıklarının kendi yararlarından çok başkalarının yararına olduğunu düşündüklerinde çalışmak istemeyebilirler. Patronlarının, şirketlerinin veya daha fazla maaş alan yöneticilerinin yararına çalıştıklarını düşündüklerinde, kendi yararlarının gözetilmediğini hissettiklerinde motivasyonları düşebilir. Neoliberalizmin kök saldığı bir dünyada, düşük ücretler, uzun çalışma saatleri ve güvencesiz çalışma şartlarıyla karşı karşıyayız. Diğer yandan görülmeme, tanınmama, duyulmamama, karar alma mekanizmalarında yer almama gibi sorunlar -ki bunlar başka uzun bir yazı konusu- insanların psiko-sosyal iyilik halini ve bütüncül benlik algısını zedeliyor.

Kendi aramızda bu konuları konuşmak için zamanımız yok çünkü çalışmak ve üretmek zorundayız. Boş zaman aktiviteleri bile bu sorunların gölgesinde kalıyor. Bu durumda, hayatımız işimiz tarafından ele geçirilmiş oluyor. Bu konuları konuşanlar genellikle marjinal medya kanalları, blog siteleri vs. oluyor. Ancak hayatlarını bu çelişkilerle geçiren, hayata dair inancını ve umudunu yitiren insanlar bu konular hakkında konuşacak platform bulamıyorlar. Kapitalizm artık paranın satın alamayacağı şeylerin hikâyesini satıyor. Ama parası olmayanlar bu hikâyeleri yaratamıyor ya da satın alamıyor. Eski bir şarkıda denildiği gibi, “Özgürlük emek ister.” Kurallarını koymadığımız bir dünyada var olabilmek için çabalarken özgürlük, ulaşılması zor bir hedef. Tam bu sıkışmışlığımızda, sürdürülebilirlik temalı marka hikâyelerinin gölgesinde, o iç çamaşırlarını giyip rengin, özgürlüğün bizimle olmasını; gerçek insan hikâyelerinin yeşermesini bekliyoruz.

Sosyal dayanışma ekonomisi kapsamında edindiğim tüm teorik ve pratik bilgilerimi anlattığım bir hikâyem vardı ve ben de bu hikâyemle yeşillenmeyi bekleyerek katıldım programa.

Yapay Zekȃ İnsanların İşlerini Alabilir ama Empati Gücünü Asla!

Yazmak, hikâye anlatmak yeşermenin yollarından biri bence. Hikâyemi çokça insana ulaştırmayı, Wirginia Wolf’un deyişiyle hakikatle yaşayarak hakikat ve zindeliğimize bir yudum da olsa katkıda bulunmayı çok isterim. Diğer yandan bu yazılar Google dokümanlarda dijital olarak kalabilir. Gelecekte yapay zekâ bunları değerlendirip yorumlayarak geçmiş insanların deneyimlerine, çaresizliklerine, sancılarına dair kayıtlar tutabilir. İnsan olmanın bundan daha fazla değeri var mıdır? Mesela, şimdi bu yazdığım yazıyı yapay zekâ ile paylaşacağım ve diyeceğim ki “Sence nasıl olmuş?” Yapay zekâ soruma cevap verecek: “Günümüzde modern insanın yaşadığı deneyim ve sancılara çok güzel bir yerden eleştiriler getirmişsin ancak yazın şu şekilde iyileştirilebilir. Öneriler: ……”

Yapay zekânın bize öneriler sunduğu, insanlığın bilgi ve deneyimlerini sentezleyerek, süzgeçten geçirerek, toplayarak bize ilettiği bir çağdayız. Yapay zekâ bize öneriler sunarken ben de bazı önerilerde bulunmak istiyorum bu yazı vesilesiyle. İnsanlığın iyiliğine ve çıkarına bir hayat nasıl inşa edilir sorusu kafamı bayağıdır meşgul ediyor . Kendimin, bir çok kadının ve tabii erkeğin de nasıl daha iyi bir hayat inşa edeceğine dair sorgulamalarla yazıyorum, anlatıyorum. Çünkü yapay zekâ öncesinden de biliyoruz ki insanlığın evrimini ilerleten temel yapılardan biri insanın acıdan kaçmasıdır. Nasıl daha az acı çekebileceğine dair denemeleridir. Ve yapay zekâ birçok meslek kolunu insanların elinden alabilir ama insanlarda hâlâ yapay zekanın sahip olmadığı sihirli bir güç var: Empati kurma gücü ve kabiliyeti. Organizasyonlar, işbölümü, diyalog, gelişme ancak bu empatiyle var olabilir. Hikâyeleri anlatmak ve duymaktan daha empatik bir şey bilmiyorum.

Güç Hikâyelerine konu hikâyemden…

Ben Gizem, dünyanın olağan parıltısını arayanlardanım. 2020 yılında yeni bir şehirde yalnız başladığım hayatım, köpeğim Milo’yu bulmamla başka bir döneme geçti. Hayvanlar, insan canlısının aksine ihtiyaçlarını çok iyi biliyorlar: Barınma, beslenme ve oyun ki oyundan daha fazla insana canlılık veren ne olabilir? Hayvanların kalpsiz dünyanın kalbi olduğunu düşünenlerdenim ve Milo’nun yaşam oyununu bu kadar güzel oynaması, başka hayat oyunları yani ihtiyaçlara yönelik sistemin organize edildiği yaşam modelleri üzerine düşünmemi sağladı. Sosyal dayanışma ekonomisiyle tanışmam işte bu döneme denk geliyor.

İzmir’e taşınma nedenlerimden biri de bir sivil toplum kuruluşunda, kadın dayanışma merkezinde çalışmaktı. Toplumdaki dezavantajlı kadınlara eğitim ve iş yaşamı danışmanlığı vererek onların güçlenme süreçlerine katkıda bulunmaya başladım. Çevremdeki birçok kadının yaşamındaki zorluklara tanık olarak büyümüştüm, bu yüzden kadın hakları ve toplumsal eşitsizlik konularında duyarlılığım güçlüydü. Kadınlarla çalıştıkça, onlarla tanıştıkça ve konuştukça, toplumda yaşadıkları eşitsizlikleri, iş hayatına katılım için gereken fırsatları bulamadıklarını bir kez daha fark ettim. Eğitim, bilgi ve beceri eksiklikleri onları iş yaşamından uzak tutuyordu. Kapitalizm ile ataerkinin suç birliğine dayalı farkındalığım burada başlıyordu.

Güç hikâyem, bireylerin dayanışma içinde toplumsal bağları kuvvetlendirebildiği ve ekonomik olarak ayakta durabildiği bir model olan sosyal dayanışma ekonomisi kavramıyla tanışmamla devam etti. Bu süreçte Berlin’de, Madrid’de kooperatifleri, dayanışma ekonomisini yerinde inceleme fırsatı buldum. İzmir’de kadın kooperatifi örgütlenmelerine teorik ve pratik destek sağlayarak devam ettim. Milo’nun oyununun insan türü arasında yaygınlaşmasını istiyorum çünkü. İnsanın kaynaklarını kendi ihtiyacına yönelik örgütleyerek yaşadığı hayatın dünyanın olağan parıltısını barındırdığını düşünüyorum. Bu yönde örgütlenmeyi savunmayı sürdürüyorum.

Benim grubumda olan diğer iki arkadaşımın güç hikâyesi ise şöyleydi:

Mesut Çeki’nin hikâyesinden: “Bir motosiklet aldım, hayatım değişti.”

Pandemide motokurye olarak çalışmaya başlayan Mesut Çeki hem kendisinin hem de diğer kurye çalışanlarının uğradığı haksızlıkları, nasıl bu haksızlıklara karşı mücadele ettiğini, mücadeleyi nasıl örgütlediğini ve Kurye Hakları Derneği’nin kuruluşuna giden günlerin hikâyesini anlattı. Çeki’den kuryelerin sahada karşılaştıkları sorunları, bu sorunların çözümü ve çalışma koşullarının iyileşmesi için nasıl örgütlendiklerini dinledik. Bir arada hareket etmeye başlayan kuryelerin 6 Şubat depremlerinde ve İzmir’de çıkan yangında nasıl kendi imkânlarıyla afetzedelere destek sunduklarını öğrendik.

Konuşamamaktan hak savunuculuğuna giden yol

Gizemli Mesut Öyküler’in son anlatıcısı olan Öykü’den 4 yaşına kadar hiç konuşmamış bir kız çocuğunun nasıl bir mülteci alanı hak savunucusuna dönüştüğünü dinledik. Şimdilerde avukat olan Gizem Öykü Başkaya, mülteci hakları alanında çalışırken karşılaştığı insanların onu nasıl etkilediğini ve bu karşılaşmalar sayesinde mesleki olarak nasıl güçlendiğini anlattı. Mülteci ve yabancı düşmanlığından, nefret söylemlerinden dayanışma ve umut ile çıkmanın mümkün olduğunu öğrendik.

Kimsenin hikâyesi çalınmasın…

Bendenizin sivil alanda çalışmasının ve sosyal dayanışma ekonomisine bizatihi ilgisinin sebebi, herkesin hikâyesini yaşamaya hakkı olduğuna dair inancın yanı sıra kimsenin hikâyesi çalınmasın diye çabalama arzusuydu. Tabii bu moral değerler ardından gerçek dünyada çok şeyler oldu ve işler tam olarak öyle gitmedi. Kendimi sektörleşen sivil toplumda, hak temelli değil hizmet temelli yap bitir projelerde, giderek yabancılaşan alanlarda bulduğum da oldu. İşte böyle bir dönemde STGM ve güç hikâyeleriyle yolum kesişti.

Kimsenin hikâyesi çalınmasın, herkesin hikâyesi anlatılmaya değer kılınsın diye çabalayan insanlar hȃlȃ aramızda ve iyi ki buradayız. Çünkü yüksek bütçeler, sağlam koltuklar, parlak kariyerlerin ardında dünyayı hakikat döndürüyor ve gücümüz, çabamız, istencimiz de gücünü hakikatten alınca gerçek insanların gerçek hikâyelerini yaratıyoruz. Yoksa şairin dediği gibi:

Korkulacak bir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar

2 Yorum

“Varmış Yokmuş”un Ötesinde: Güç Hikâyelerimizi Anlatma Cesareti

  1. Okuyunca kafamdaki bir soruya biraz daha ışık düştü: Topluluklar nasıl oluşur, hedefleri tasarlanır ve sürdürülür ? Hikaye anlatıcılığı neden bunun bir yolu olmasın? Hikaye anlatıcılığından hikaye inşaatına giden yollar da doğar mı doğar.

  2. Sinan Hocam,
    Yorumunuz için teşekkür ederim.
    Sosyal Ekonomi ekibi olarak hikâyelerimizi anlatmanın sonra da birlikte yeni hikâyeler kurmanın önemine yürekten inanıyoruz. Blogun burada bir katkısı olursa ne mutlu bize.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


The reCAPTCHA verification period has expired. Please reload the page.