Çevresel yıkım, artan eşitsizlikler, hızlanan otomasyonun sebep olduğu kitlesel işsizlik korkusu ve çalışma etrafında dönen hayatlardan duyulan memnuniyetsizlik gibi olguların hepsi bizi işi yeniden düşünmek üzere çağırıyor. Ekolojik iktisatçıların ve küçülme akademisyenlerinin temel politika önerilerinden biri olan iş günlerinin kısaltılmasını değerlendirmeden önce işin anlamını ve amacını baştan ele almak gerekiyor.
İş günlerinin kısaltılması, ekolojik iktisatçılar ve küçülme akademisyenleri tarafından çevresel baskıyı ve işsizliği azaltmak ve insan refahını arttırmak için öne sürülen temel politika önerilerinden biridir. En geniş anlamıyla iş, bir amacı gerçekleştirmek veya bir sonuç elde etmek için yapılan zihinsel veya bedensel çaba içeren faaliyet olarak tanımlanır. Ekonomi ve politika tartışmalarında egemen olan “iş” kavramı ise çok daha dar bir anlam kazanmıştır. Bu anlam yaşamın yeniden üretimi için gerekli olan çocuk/yaşlı/hasta bakımı veya ev işleri gibi eylemleri kapsamadığı gibi ücret beklemeden kendi irademizle yaptığımız faaliyetleri de içermez. Bu baskın iş anlayışı, toplum tarafından resmi olarak ücretlendirilmeye değer görülen faaliyetler kümesiyle sınırlı kalır. Batılı kapitalist ülkelerde yaşayan çoğu insan için iş, hâlâ ücretli emek anlamına gelir ve haftada 40 saat civarında çalışmak neredeyse zamanın doğal yapısı olarak düşünülür.
İş ve çalışma süresi gibi genelgeçer kavramlar bugün bize çok doğal gelse de tarih boyunca şiddetli tartışmaların konusu olmuş ve siyasi mücadelelerin, teknolojik gelişmelerin ve değişen kültürel değerlerin ortak etkileriyle birlikte pek çok farklı şekle bürünmüştür. İş ve çalışma süresine dair algıların nasıl evrildiği daha yakından incelendiğinde, Batılı toplumlardaki köklü kültürel değerler ve inançların, muhalifler tarafından öne sürülen teknik ve ekonomik uygulanabilirlik argümanlarından çok daha büyük bir engel teşkil edebildiği görülüyor.
Tarihe bakmak, iş ve çalışma süresine ilişkin baskın kavramları daha geniş bir zamansal ve kültürel perspektiften eleştirel bir şekilde incelememize olanak tanır. Sanayi öncesi toplumların çoğu çalışma etrafında örgütlenmemişti ve hatta birçok yerli toplumun dilinde bugünkü iş anlayışımıza karşılık gelen bir terim bile yoktu. Jaques Ellul’a göre “iş etiği” fikri sanayi öncesi kültürler için hiçbir anlam ifade etmiyordu. İnsanlık tarihinin büyük bölümünde çalışmak bir erdem değil, bir lanet olarak görülmüştü. Tüketimden kaçınmak sıkı çalışmanın üstünde tutulmuş, yaşamak için gerekli asgariye düzeyde tüketim ile yetinilmişti. Benzer şekilde, Hannah Arendt’in belirttiği üzere, antik Yunanlar kâr amacıyla ya da ücret karşılığında yapılan faaliyetleri özgür vatandaşlara yakışmayan bir şey olarak görürdü; “özgür faaliyetler” ise felsefeye, sanata, spora ve siyasete yönelik olanlardı. Arendt’e göre işin böyle küçümsenmesi aslında “zorunluluktan kurtulmaya yönelik tutkulu bir arayıştan” doğmuştur.
Çalışmanın bir lanet olarak görülmesi, kelimenin etimolojisinden anlaşılacağı üzere Roma zamanlarında da devam etmiştir. Fransızca (travaille) ve İspanyolcada (trabajo) iş anlamına gelen sözcükler Latincede bir işkence aletinin ismi olan tripalium sözcüğünden türemiştir. İlk Hıristiyanların iş konusundaki tutumları da Yunanlar ve Romalılardan temelde farklı değildi. İş, kaynağı kutsal kitaptaki bir lanetten gelen bir ceza olarak tasvir edilirdi ve kişi ya da toplum açısından arzulanan bir şey olarak görülmezdi. Orta Çağ ise klasik ve modern iş anlayışları arasında bir geçiş dönemini temsil etmektedir. Andrea Komlosy ortaçağın iş anlayışını “Külfet ve tatminin Janus yüzlü birlikteliği; karşıtların yan yanalığı” olarak tarif ediyor. Bir yanda çalışma bir meşakkat olarak görülüyordu. Öte yanda ise bir itibar kaynağı ve Tanrı’ya hizmet olarak olumlu bir çağrışım kazanmaya başlamıştı.
Birikim ve büyüme açlığı işe yönelik tutumları değiştirdi
Max Weber iş etiğinin evrimini, 16. ve 17. yüzyıllarda orta sınıfın ruhsal gelişiminde Püritanlığın ve Kalvinizmin artan etkisine bağlıyor. Ancak bir iş etiği zamanın sanayi ve ticaret burjuvazisinde sağlam bir yer edinmişse bile, köylü sınıfının ücretli iş karşıtlığını kırmak yine de yüzyıllar sürecekti; işçileri ev sanayisinden koparıp fabrikalara sokmak uzun süre yıldırıcı bir görev olarak kalacaktı. Edward Palmer Thompson’a göre 19. yüzyılın ortasına kadar “bir saate sahip olmaktan gurur duyan, ılımlı, aklıbaşında ve sorumlu bir işçiye” rastlayamadık.
Modern iktisat bu tavır değişimini daha da karmaşıklaştırarak Batı iş tarihinde açık bir kırılmanın habercisi oldu. Çalışma, “üretken bir faaliyet” olarak saygı görmeye ve ekonomik çıktıya katkısıyla ölçülmeye başladı. Birikim ve büyüme açlığı çalışmaya ve teknolojiye yönelik tutumları değiştirdi. Çalışma artık bireylerin hayati ihtiyaçlarını karşılamalarının bir aracı değil, homo economicus’un bitmek bilmeyen isteklerine hizmet etmeyi amaçlayan bir birikim aracıydı. Verimliliği arttıran teknolojik yenilikler artık işten tasarruf sağlayan gelişmeler değil, üretimi arttırmanın yolları olarak görülüyordu.
Atalarımızdan daha az mı daha çok mu çalışıyoruz?
Çalışma süresi tartışmalarında geleneksel görüş, sanayi kapitalizminin insanlar üstündeki yükü azalttığını ve şu anki çalışma saatlerinin tarihteki en düşük düzey olduğunu varsayar. Bu görüş genellikle günümüzdeki kırk saatlik iş haftalarını, 19. yüzyıldaki haftalık yetmiş-seksen saatlik çalışma ile karşılaştırarak savunulur. Ancak alternatif yazın, kapitalizmden önce çoğu insanın çok uzun çalışmadığını, günlük yaşamın yavaş, iş temposunun rahat ve boş zamanın bol olduğunu ileri sürmektedir.
Avrupa’daki çalışma saatleri sanayi devrimiyle birlikte ciddi şekilde artmış; çalışma saatlerinin düşürülmesi baskısının iyice hız kazandığı 19. yüzyılın ortalarında yılda 3.500 saat ile zirveye ulaşmıştır. Örgütlü işçilerden gelen baskının ardından, 1830’lar ve 20. yüzyılın ilk yarısı arasında sanayileşmiş ülkelerdeki çalışma saatleri neredeyse yarıya düştü ve sekiz saatlik ve beş günlük çalışma haftası ilk sanayileşen ülkelerde standartlaştı. 20. yüzyılın çoğunda çalışma saatlerinin azaltılması, iş verimliliğindeki istikrarlı artışın mantıklı ve hatta kaçınılmaz bir sonucu olarak kabul ediliyordu. İyi bilindiği üzere, John Maynard Keynes torunlarının haftada on beş saat çalışacağını tahmin etmişti ve 1950’lerde Nixon, çalışma haftalarının dört güne ineceğini öngörmüştü.
Tarih neden böyle gelişmedi? Keynes ve çağdaşları, büyüme bağımlısı kapitalist toplumların teknolojik gelişmelerden doğan verimlilik kazanımlarını boş zaman yerine tüketimi arttırmakta bu denli kullanacaklarını yeterince tahmin edemediler. İş verimliliğindeki düzenli artışlar artık çalışma saatlerini azaltmanın değil, üretim ve tüketimi sürekli olarak arttırmanın bir yolu olarak görülüyor. Ücretsiz bakım ve ev işleri sektöründe çalışma süresinin azaltılması konusunda kaydedilen ilerleme de aynı şekilde hayal kırıklığı yaratmaktadır. Zaman kullanım araştırmaları, yaygın kanının aksine, 20. yüzyılda elektrik, su ve “emek tasarrufu sağlayan” teçhizatın kullanılmaya başlanmasının, ev işine harcanan süreyi büyük bir azaltmaya yol açmadığını ortaya koydu. Teknoloji sayesinde kazanılan zaman, temizlik ve çocuk bakımına dair yükselen beklentileri karşılamaya harcanıyor.
Çevresel yıkım, artan eşitsizlikler, hızlanan otomasyonun sebep olduğu kitlesel işsizlik korkusu ve çalışma etrafında dönen hayatlardan duyulan memnuniyetsizlik gibi olguların hepsi bizi işin anlamını, amacını, hacmini, içeriğini ve dağılımını tekrar gözden geçirmeye davet eden belirtiler. Yukarıda gösterildiği üzere, iş ve çalışma saatleri hakkındaki baskın fikirlerin çoğu sanayi kapitalizminin getirdiği teknolojik, ekonomik ve kültürel gelişmelerin bir ürünü. Judy Wajcman’ın da belirttiği üzere, “çalışma şeklimizde tabii ya da mutlak olan hiçbir şey yok”.
Yeterlilik ve adil bölüşümün işin düzenleyici ilkeleri olarak kullanılması
Ekolojik iktisat üstüne kurulu bir iş anlayışı, “iş” kavramının tanımını, gerek maddi gerek duygusal temel ihtiyaçların karşılanması için yapılan her tür faaliyeti kapsayacak şekilde genişletecektir. Öncelikle, bu faaliyetlerin eve ya da piyasaya, üretime ya da yeniden üretime yönelik olması, onların sosyal konumlarını ve ücretlendirmelerini belirleyen bir ölçüt olmamalı. Bu noktadan bakıldığında, işin doğası insanlık durumuna içkin olarak görünür ve amacı da toplumsal yeniden üretimi sağlamaktır. Çevresel sınırlar ve işin kaçınılmaz yapısı göz önüne alındığında yeterlilik ve adil bölüşüm örgütlenmek için temel ilkeler haline geliyor. İşin kendisini özgürlüğe giden nihai yol olarak görmek için hiçbir sebep yok. Sanayi kapitalizminin mirası olan bu fikir iş etrafında oluşan kültür ve iş-temelli uygarlıkların dogmalarını yeniden üretiyor. Gerekli toplumsal işler görüldükten sonra, kendi paylarına düşenleri yapmış bireyler özgürce karar vererek anlam, amaç ve kendini gerçekleştirme ihtiyaçlarını işle veya boş zamanla veya her ikisiyle de giderebilmeliler. İşin bu doğrultuda yeniden düzenlenmesinin ardında yatan temel ilke işte budur; asgari gerekli işin eşitlikçi dağılımı.
Buradan bir dizi önemli soruya geliyoruz: Daha yüksek sosyal adalet düzeylerine ulaşmak için işin dağılımında ve ücretlendirilmesinde ne gibi değişiklikler yapılmalı? Belli bir teknolojik rejim altında adil ve güvenli çevresel sınırlar içinde temel ihtiyaçları karşılamak için gereken iş hacmi nedir? Hangi teknolojiler (ve hangi ölçekte) ekoloji ve keyifli yaşam tarzları ile uyumludur? Otomasyonla ilişkili sınırlar nedir? Hangi işler gereklidir, hangileri istenilen işlerdir ve hangileri caydırılmalı ya da son verilmelidir?
Çalışmayı ödüllendirme yollarımızı kökten değiştirmek
Çalışmanın ücretlendirilmesinin şu anki normatif ve kurumsal yapısını yeniden düşünmek için en az dört husus dikkati hak etmektedir: 1) hangi işlerin ücretlendirmeye değer olduğunu tanımlayan sınırlar, 2) işlerin toplumsal-çevresel değeri ile ödüllendirme düzeyi arasındaki mevcut tutarsızlık, 3) işlerin zorluğu ve ücretlendirmesi arasındaki asimetriler 4) aşırı gelir eşitsizliği.
Çalışma saatlerinin sürdürülebilirlik, dayanışma ve zaman adaleti ilkeleri uyarınca azaltılması gerektiğini ileri sürüyorum. Gelişmiş ülkelerde son birkaç on yılda ortaya çıkan belirgin eğilim; aşırı çalışanlar ile istemsiz işsizler ve vasıflarının altında ve düşük maaşla çalışan bireyler (underemployed) arasındaki sınıfsal, ırksal ve cinsiyete dayalı kutuplaşmadır. Bu eğilime karşı koyacak en mantıklı ilke iş paylaşımıdır. Buna ek olarak, ücretli sektörlerdeki çalışma saatlerinin azaltılması, ücretsiz ev işleri ve diğer yeniden üretim işlerinin dağılımdaki eşitsizlikler göz önünde bulundurarak tasarlanmalıdır; bu eşitsizlikler bakım geliri yoluyla muhtemelen dengelenebilir.
Teknolojideki gelişmelerden elde edilen verimlilik getirisinin tüketim artışından boş zaman artışına kaydırılması yoluyla çalışma süresinin azaltılması mümkündür. Çalışma süresinin azaltılmasının hangi ölçekte uygulanabileceğini belirleyecek kriterler arasında toplumsal açıklar ve ekolojik aşımlar, mevcut enerji, işsizlik düzeyleri ve işlerin işlerin sosyal faydası(zlığı) yer almalıdır.
Sonuç olarak tarihten aldığımız önemli bir ders var: Teknolojik ilerleme kendi başına bizi çalışmaktan azat etmeyecek. Piyasanın dayatmasına bırakıldığında ve sermaye-emek arasındaki güç dengesi kontrolsüz kaldığı sürece, verimlilik getirileri ekonomik genişlemeye ve hissedarların kârını ücret ve boş zaman artışının üstünde tutmaya devam edecek.
Çalışma saatlerinin azalması bakımından altın çağ olan dönem (kabaca 1830’lardan 20. yüzyılın ortasında kadar) sürekli bir toplumsal mücadele dönemiydi. Bu dönemin eylem dağarcığında grevler, örgütlü itaatsizlikler, mülke zarar verme ve toplu pazarlık vardı. Ekonomi, teknoloji ve işyerleri üzerinde güçlü bir demokratik kontrol olmadan çalışma saatlerinde büyük çaplı azalmaların gerçekleşmesi mümkün görünmüyor.
*Bu yazı Ecological Economics’de yayımlanan Rethinking work for a just and sustainable future” makalesine dayanmaktadır.
Not: Erik Gomez-Baggethun’un 31 Ekim 2022 tarihinde EADI Blog’da yayımlanan yazısı Barış Soysaraç tarafından çevrilmiştir. Erişim
Bence “iş” SDE’nin temelinde görmemiz gereken bir kavram. Çünkü sosyal ekonomi için hesaba katılacak sosyal yarar ile dayanışma ekonomisinin dayandığı paylaşma ilkeleri, “iş”in (kapsam, oylum ve karşılığının) nasıl düzenleneceğini birebir ilgilendiriyor.
İş yalnız süresi, verimliliği ve karşılığıyla değil, analizi (beceri, aletler, bilgi, eklemlenme, riskler vb.), metod, yönetim, sürdürülebilirlik ve çevre tasarımıyla SDE’nin sosyopolitik yanında belirleyicidir.