Farklı kooperatif aileleri (tüketici, tarım, konut vb.); demokratik yönetişim, üyeler arasında dayanışma ve ekonomik sonuçların adil dağılımı gibi ortak ilkelere dayanan bir modeli paylaşmaktadır. İşçi üretim kooperatifleri de (Fransızca; Société Coopérative d’Ouvrier de Production, SCOP) bu kooperatif ailelerinden biridir. Bu yazıda, 2024’te 140. yılını kutlayan, işçi üretim kooperatiflerinin (genel adıyla “kooperatif şirketler”) Fransa’daki gelişimini ve demokrasi bilinciyle nasıl etkileştiğini incelemeye çalışacağım.

Fransa Kooperatif Şirketler Genel Konfederasyonu’nun (CGSCOP) internet sitesindeki tarihçeye göre, 18. yüzyılın sonları, çalışma haklarını ve özerkliklerini korumak isteyen işçilerin zorlu mücadelelerine sahne olmuştur. 1791 Le Chapelier yasası ile işçi örgütlenmeleri yasaklandığı için ilk işçi dernekleri gizli kurulmuştur. Ancak 1884 yılına gelindiğinde, ilk kooperatif şirketlerini bir çatıda toplayan CGSCOP’un öncülü olan İşçi Üretim Birlikleri Danışma Odası’nın (Chambre consultative des associations ouvrieres de production) kurulduğunu görmekteyiz.

İşçi kooperatiflerinin gelişimi bu tarihten itibaren doğrusal bir şekilde ilerlememiş, sürekli mücadelelerle şekillenmiştir. Tarihsel perspektiften bakıldığında, Paris Komünü (1871), 3. Cumhuriyet (1875) ve Front Populaire (Halk Cephesi) koalisyonu (1930’lu yıllar) gibi önemli toplumsal ilerlemelerin  aynı zamanda işçi kooperatiflerini de geliştirmiştir. Peki demokrasi bilinci ile kooperatif hareketi arasında doğrudan bir bağlantıdan bahsedebilir miyiz?

İşçi Kooperatiflerinin İşleyişi

Fransa’da 1947 yılından bu yana yürürlükte olan ve en son 2014’te Sosyal ve Dayanışma Ekonomisi (SDE) kanunuyla bugünkü haline gelen işçi kooperatifleri statüsü, SDE’nin bir parçası olarak kabul edilmektedir. Ancak, bu kooperatifler öncelikle birer ‘şirket’ statüsündedir ve ekonomik olarak sürdürülebilir bir şekilde faaliyet göstermeleri, yani kâr etmeleri gerekmektedir. Fransa’daki işçi kooperatifleri (SCOP’lar) genellikle SAS (Basitleştirilmiş Anonim Şirket) veya SA (Anonim Şirket) gibi ticari şirket yapıları altında örgütlenirler. Dolayısıyla, kooperatif statüsüne sahip olsalar da Ticaret Kanunu çerçevesinde hareket etmek zorundadırlar. Bu, tedarikçilerle ilişkilerden sözleşmelere kadar birçok ticari faaliyetin, kooperatif kanunundan ziyade genel ticaret hukukuna tabi olduğu anlamına gelir. Kooperatif Yasası’na göre, bir işçi kooperatifinde çalışanlar, sermayenin en az %51’ine ve oy haklarının en az %65’ine sahiptir. Tüm çalışanlar hissedar olmasa da hepsi hissedar olma hakkına sahiptir. Her çalışan hissedarın statüsüne, hizmet süresine veya yatırdığı sermaye miktarına bakılmaksızın bir oy hakkı vardır (demokratik yönetişim ilkesi). İlgili çalışanlar, kârın adil dağıtımı sistemi ile motive edilmektedir; kârın en az %40’ı çalışanlara dağıtılmaktadır. Kârın %40-45’i ise özkaynakların güçlendirilmesine ve kooperatifin uzun vadeli geleceğinin güvence altına alınmasına yardımcı olur.

Kısacası, çalışanlar yatırımlarına, sermayelerine, kıdemlerine bakılmaksızın, “bir kişi bir oy” ilkesi ile demokratik bir şekilde  şirketin kararlarına katılırlar. Bu da kooperatif şirket içerisinde eğitimi, bilgi akışını ve diyaloğu arttıran prosedürlerin ön plana çıkmasını sağlar. Stratejik kararlarda aktif söz sahibi olmak, çalışanların demokratik bilincini güçlendiren bir mekanizma yaratır. Aynı zamanda, güç dengesi sermayeden değil, insandan yana olduğu için demokrasinin daha etkin bir şekilde işlemesi sağlanır.

Devrim, Fransız’ı şehirde bir krala dönüştürdü ama onu şirkette bir köle olarak bıraktı. – Jean Jaurès

2023 sonu itibariyle Fransa’daki işçi kooperatiflerinin bir resmini çekecek olursak: 85.000 çalışanı ile 4.500 işçi kooperatifi 9,4 milyar Avro ciro elde ederek 2022’ye göre %10 büyüme kaydetmiştir. Bununla birlikte, işçi kooperatiflerinin Fransız ekonomisindeki payı yalnızca %0,31’dir. Bu da gösteriyor ki kooperatiflerin bu güçlü ve katılımcı yapısına rağmen, Fransa’da bu modelin etkisi sınırlıdır ve çoğu çalışan, klasik şirket modellerinde gördüğümüz hiyerarşik ve bireysel yönetim biçimleri içinde sıkışmış kalmıştır. Bir diğer deyişle, Fransız çalışanların şirketler içerisindeki durumu Jean Jaurès’in 1789 yılında belirttiğinden farklı bir şekilde ilerlememiştir.

Oysa 1945-1975 yılları arasındaki 30 yıl (Fransa’da “30 Glorieuses” olarak adlandırılır) iş, toplumsal ve siyasi bir aidiyet kaynağı olarak görülmekteydi. Bu dönemde çalışanlar, kendilerini bir kolektife yani işçi sınıfına ait hissediyorlardı ve ortak bir kaderi paylaşıyorlardı. Bu durum kendi aralarındaki yardımlaşmayı, patronlara karşı bir olmayı ve sendikalaşmayı sağlamaktaydı. Ancak bu dönemin ardından, bireyselleşmiş yönetim biçimlerinin (management) gelişmesiyle birlikte işyerlerinde rekabet artmış, dayanışma azalmış ve çalışma daha çok bireysel bir eylem haline gelmiştir. Bireysel promosyonlar ve objektifler çalışanları birbirleriyle rekabete iterken, yardımlaşma gibi değerler unutulmuştur. Bu süreç, işyerlerinde toplumsal ve demokratik bilincin zayıflamasına yol açmıştır (Daniele Linhart, sosyolog, CNRS).

Günümüzde modern çalışma koşulları, dijital araçlar ve esnek çalışma saatleri ile iş-yaşam dengesi bozulmuş, çalışanların iş yükü azalmak bir yana, artmıştır (Eurofound ve the International Labour Office, 2017). Çalışanlardan hep daha fazlası beklenirken, sosyal beklentiler daha çok kurumsal sosyal sorumluluk projeleri adı altında şirket dışına yönlendirilmiştir. Bireyselleştirilen yönetim biçimleri, şirket içerisindeki diyaloğun da önünü kapamış, çalışanların yönetimin stratejik kararlarına katılma ve itiraz süreçleri ve mekanizmaları gitgide yok olmuştur.

Çalışanlar ne kadar az özerklikle çalışmaya zorlanırsa, demokratik seçimlerde çekimser kalma veya aşırı sağa oy verme olasılıklarının o kadar artacağına ilişkin tespitler dikkate değerdir. Buna, demokratik sistemin reddi diyebiliriz. Bruno Pallier ve Paulus Wagner, Avrupa’daki aşırı sağın oylarının artmasının bir sebebini de çalışma şartlarına bağlıyorlar ve aşırı sağın, işyerindeki aşağılanma hissinden beslendiğini şöyle dile getiriyorlar: “İşyerindeki kötü ilişkiler, radikal sağ partilerin dayandığı başlıca hoşnutsuzluk kaynaklarından biridir, özellikle işçiler ve alt-orta sınıflar arasında.” (La Grande Conversation, Mart 2023).

Demokratik bir yapıya sahip olmayan her şirket, aslında kapitalist sistemin hizmetine girerek, patron ve hissedarların kârını sorgusuz kabul eden, otoriter düzenin hüküm sürdüğü sağ partilere destek vermiş oluyor.

Günümüzün Beklentileri ve Çözüm

Ekolojik ve sosyal krizlerin etkilerinin küresel ölçekte hissedildiği günümüzde, gençlerin ve çalışanların işverenlerden beklentileri köklü bir değişim geçiriyor. Özellikle COVID-19 pandemisi sonrasında, aşırı küreselleşmiş ekonomik sistemin kırılganlıkları daha belirgin hale geldi. Fransa’nın en prestijli üniversitelerinden mezun olan genç profesyoneller, çevreye zarar veren çok uluslu şirketlerde çalışmak istemiyor. Aynı şekilde, birçok çalışan kapitalist kâr odaklı stratejik kararlar alan şirketlerde iş yapmanın anlamsızlaştığını fark ediyor ve hayatlarına daha derin bir anlam kazandırmanın yollarını arıyor. Bu arayış, şehirden kırsala dönüş gibi hareketlerle yerel odaklı yaşama ve çalışma modeline geçişi hızlandırmakta.

Bu değişen beklentiler ışığında, işçi kooperatifleri alternatif bir iş modelinin temelini oluşturuyor. Kooperatiflerdeki demokratik yönetim anlayışı, çalışmanın sadece ekonomik bir faaliyet olmanın ötesine geçmesine olanak tanıyor. Çalışanların yönetime katılımı ve ortak karar alma süreçleri, işin anlamını derinleştiriyor, bu da çalışanların bağlılığını artırırken işyerinde refahı destekliyor. Demokratik işleyişin sağladığı kapsayıcılık ve adalet duygusu, kooperatifleri klasik şirketlere kıyasla daha sürdürülebilir kılıyor. Bu kooperatif şirketlerde kâr, sadece hissedarların çıkarlarına hizmet eden bir araç değil, uzun vadeli yatırımlara dönüştürülebilecek ve toplumsal faydayı önceleyen bir sermaye olarak ele alınıyor.

Tüm bu unsurlar göz önünde bulundurulduğunda, işçi kooperatiflerindeki demokratik yönetim modeli sadece işyerinde değil, daha geniş bir toplumsal dönüşüm için de bir fırsat sunuyor. Kooperatifler, çalışanların işyerinde demokrasiye ve diyaloğa olan inancını güçlendirirken, bu inanç toplumsal düzlemde de demokratik bilincin gelişmesine katkıda bulunuyor.

Sürdürülebilir ve insancıl bir geleceğin temelleri, sadece siyasette değil, iş dünyasında da demokratik bir devrimle atılabilir. Demokratik bir toplumun inşası, bu değerlerin işyerlerinde hayat bulmasıyla mümkün olacaktır. Geleceğin daha adil, kapsayıcı ve dayanışmacı bir dünya olması için şirketlerimizde demokratik yönetimi bir norm haline getirmemiz ve bu devrimi her alanda hayata geçirmemiz gerekiyor.


Not: Öne çıkan görsel, Pierre HermanUnsplash

4 Yorum

Fransız İşçi Kooperatiflerinin 140. Yılı ve Demokrasi Bilinci Üzerine

  1. Beklentiler ve çözüm kısmına bundan on yıl öncesine kadar kısmen katılabilirdim, ama günümüz dünyasında üretim işçiden makineye evriliyor. Bu duruma hiç değinilmemesini garip buluyorum. Bir an olsun günümüz üretiminin değişimini göz ardı ettiğimde de yazının bir tarafta büyük sermaye sahipleri varken bir tarafta yaşam piramidinin en altında bulunan ihtiyaçları için varlık yokluk mücadelesi veren işçiler için klasik yıllar içinde başarısız olmuş klişe sol söylemlerden öteye gidememiş. güney Amerika’da kooperatifler denenmiş kısmen başarıya ulaşmış olsa da halkı toplu bir refaha huzura kavuşturmamıştır. Bu denemelerin büyük kısmı da sermaye başarısız olmuştur . Türkiye’de bu başarısız denemelere dahildir.

    1. Öncelikle yorumunuz için teşekkür ederim. Fransa’da işçi kooperatifleri büyük ölçüde hizmet sektöründe yer aldığından, makinelerle değil, dijitalleşme ile ilgili gelişmeleri vurguladım. ‘İşçi’ denildiğinde belki fabrikada çalışan kişi akla geliyor, ancak aslında kooperatif modeli, emek vererek hayatını kazanan herkesi kapsar. Lokantalardan danışmanlık firmalarına, bilişim sektöründen tiyatroya, çay fabrikalarından enerji mühendisliğine kadar her boyutta ve her meslek kolunda işçi kooperatifleri bulunmaktadır. Makineleşme, elbette emek harcayan herkes için önemli bir konu, ancak demokrasiyle olan bağlantısını burada vurgulama gereği duymadım.

      Dünyanın farklı yerlerinde kooperatifler denenmiş ve ülkemizde olduğu gibi ve yazımda da belirttiğim gibi Fransa’da da henüz popüler bir çözüm olamamıştır. Burada bir sorun olduğu kesin. Diğer taraftan, büyük sermaye sahipleri gözlerini doyurmaz şekilde zenginleşirken, dünyanın kaynakları tükeniyor ve kapitalist sistemin sınırlarını her geçen gün daha fazla hissediyoruz. Kooperatifler, bu bağlamda hep bir alternatif olarak önümüze çıkıyor. Bunu da göz ardı etmemek gerek.

      Benim bakış açıma göre, kötü kooperatif örneklerinden ders alarak, daha iyi, daha kurumsal, daha örgütlü ve devlet desteği yerine girişimcilik temelli kooperatiflere destek vermek anlamlı bir yoldur.

  2. İş dünyasında demokratikleşme, demokratik siyasetin üzerinde yükseleceği sütunlardan biri olacaktır. Buna tamamen katılırım.
    Tam, her alanda ve sürdürülebilir demokrasi insanların yüzlerce yıllık özlemi.
    Ama yazıda sözü edilen 1975 sonrasındaki değişim, bu özlemlerin karşılanmasında yine uzağa düşüldüğünü gösteriyor. Bunu yol açan “bireyselleşmiş yönetim biçimleri” imiş. Bunlar nelerdir ve hangi gelişme üzerine hayat bulmuşlardır? Ayrıca yine yazıda sözü edilen kısıtlanan özerklik ile bu “bireyselleşmiş yönetim biçimleri” uyuşuyor mu? Yani hem özerlik yok oluyor hem bireysel yönetim olanakları doğuyor olması birbirine zıt gelişmeler değil mi?

    1. Öncelikle yorumunuz için teşekkür ederim.

      “Bireysel yönetim biçimleri” olarak adlandırdığım, günümüzde de yaygınlaşmış olan ve çalışanlara özel promosyon, terfi, unvan gibi uygulamaların sistematik hale getirilmesidir. Bu uygulamaların ne üzerine temellendiğini anlamak oldukça bilgilendirici olabilir, ancak bu konuda uzmanlık iddiam yok.

      Hayata bakış açım içerisinde, bireysel yönetim biçimlerini kötülemek gibi bir niyet taşımıyorum. Daha çok, bu gerçekliğin farkında olarak, getirdiklerini gözlemlemeyi ve gelecekte neleri farklı yapmamız gerektiğine odaklanmayı önemsiyorum. Emek bilincini yaymayı amaçlayan biri olarak, 1970’lerden bu yana nasıl yönetildiğimiz konusuna dikkat çekmek istedim.

      Özerkliğin yok oluşunu, çalışanlar olarak daha geniş bir çerçevede algıladığımızda, bireysel yönetim olanaklarının yükselişi aslında çelişkili bir gelişme olmuyor. Aksine, çalışanlar bireysel emeklerinin pazarlığını yöneticilerle yaparken, iş arkadaşlarıyla kurabilecekleri özerklikten uzaklaşmış oluyorlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


The reCAPTCHA verification period has expired. Please reload the page.